9 Aralık 2014 Salı

Canlılar Yeryüzüne Nasıl Yayıldı?

Canlılar Yeryüzüne Nasıl Yayıldı?

Üzerinde yaşadığımız coğrafya ve tabiî çevre, geçmişte olduğu gibi günümüzde de hızlı bir değişmeye maruz kalmakta-dır. Bu değişmenin gelecekte de devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. Dağların ve vadilerin şekillenmesi, kıtaların yara-tılması, akarsu sistemlerinin, ova ve plâtoların meydana gelmesi, buzullaşma gibi hâdiseler milyonlarca yıllık zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Zelzeleler, seller ve volkanik faaliyetler, yeryüzünü dakikalar hattâ saniyeler içinde değiştirme ve yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. İnsanoğlu dâhil bütün canlılar, hayat sürdükleri ortamlarda meydana gelen bu âfet ve değişmelere karşı oldukça hassastır. Tabiî süreçlerin işleyişi ile veya insan müdahalesiyle meydana gelen değişmelerin menfî neticelerini en aza indirme gayretlerinden birisi de topluluklar ve kavimler hâlinde gerçekleştirilen coğrafî mekân değiştirme yani “göçlerdir”. 

Biyocoğrafya ve ekoloji açısından “yayılma” (Dispersal) hayvan ve bitki türlerinin orijinal hayat sahalarından ayrılarak farklı alanlara yönelmeleri olarak tanımlanmaktadır. Bu yönelmenin hususi sebepleri ise bilhassa insan müdahalesi ve tabiî âfetler neticesinde ortaya çıkan ışık, su, barınak ve yiyecek yetersizliği ile başka canlılar tarafından avlanma ihtimalinin yüksekliğidir. Bu yayılış coğrafî mekân dikkate alındığında coğrafi mekân içi ve coğrafî mekân dışı olarak ikiye ayrılabilir. İlk gruba daha çok, yakın mekânları seçen türlerin yayılışı girerken; ikinci gruba, yaşadıkları yerden coğrafî ve biyolojik olarak önemli oranda farklılık gösteren uzak mekânlara göç eden hayvan ve bitki türlerinin yayılışı örnek verilebilir. Birinci gruba giren canlı türlerinin yaşama ve yaşayabilir bir topluluk meydana getirme ihtimali daha fazla iken, ikinci gruba giren canlıların hayatta kalma ihtimali ise, kendilerine sunulan fazladan bir lütuf hâricinde oldukça güç olmakla birlikte, imkânsız değildir.

İklim değişiklikleri gibi zorlayıcı hâdiseler neticesinde iyice azalan ve ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalan çeşitli canlı türleri, gelecek nesilleri için daha uygun hayat şartları sağlamak maksadıyla, sevk-i İlâhî ile yeni mekânlar aramaya girişirler ve buldukları uygun mekânlara yerleşirler. Bu süreç bazen çok uzun bir zaman alırken, bazen de mü-kemmel bir zamanlama ve yönlendirme ile oldukça kısa sürebilir. Bir çift hayvan, bir tohum veya bitkinin bir parçası, umulmadık bir yerde uygun mekân bularak yerleşir ve orada nesillerinin devamına vesile olur. Meselâ, kıyı otu (Ammophila) gibi bazı türlere, özellikle kıyı kumulları üzerinde çok kısa zamanda kolonileşme kabiliyeti verilmiştir. 

Bazı canlı türlerinin zor şartlarda karşı cinse ihtiyaç duymadan üredikleri bilinmektedir. Yüce Yaratıcı değişik isimleri-nin tecellisi olarak aynı bedende iki cinsiyeti bir araya getirerek (hermafrodit) veya erkeklerin azaldığı durumlarda, dişi yumurtalarının erkek spermlerine ihtiyaç duymadan (partenogenez) yeni nesiller yaratabileceğini de göstermiştir. 

Kendisine üreme ve tekrar bir topluluk meydana getirme özelliği verilmiş olan bir organizmaya veya organizmanın bir bölümüne propagül (propagule) adı verilir. Meselâ bitkinin bir tohumu, bir çekirdeği, bir sünger parçasının, denizyıldızının veya yassı kurtlardan planarianın kopan kısmı (bir parçası veya kolu) bir topluluk meydana getirebilir. Bu çoğalma mekanizması da yine türün neslinin devamı için bir nevi sigorta gibi düşünülebilir. 

Bitki ve hayvan türlerinin yayılış göstermeye çalıştığı bazı yeni sahalarda, ilgili türlerin alışık olmadığı tabiî ortam şartları, bu canlıların bir bölümünün veya tamamının ortadan kalkmasına yol açar. Bazı durumlarda ise yeni topluluklar kurmak üzere farklı yerlere göç eden türler, geçtikleri ve gittikleri tabiî çevreyi kendilerine göre tekrar düzenlemekle birlikte, işgal edilen alanda trajik ekosistem bozulmalarına sebep olur. Bu duruma en güzel örnek göçebe çekirgelerdir (Locusta migratoria). Bu çekirge türü uygun şartlarda çok çabuk üreme özelliğine sahiptir. Bilhassa aşırı kalabalık populasyonlar ve yiyecek kıtlığı sebebiyle istilâcı ve yayılmacı bir karaktere bürünebilir. Ancak, bu gibi çevre problemlerine yol açan esas sebep, tabiata dercedilen dengelerin insan eliyle alt üst edilmesidir. 
ALINTI YAZI(AHMET SELİM İNCEKARA)

Dizi dizi uçan kuşlar

Dizi Dizi Uçan Kuşlar

Binlerce sığırcığın, sanki önceden anlaşıp günler süren provalar yapmışçasına bir ânda göğe yükselip şekilden şekle girmesini hiç seyrettiniz mi? Bu şüphesiz, seyreden herkese derinden tesir eden hâdiselerden biridir. 

Sığırcık sürülerini gözlemleyenlerin aklına gelen ilk sorular şunlardır: Nasıl oluyor da binlerce kuş havada aynı ânda, aynı yöne doğru yükselmekte veya alçalmaktadır? Sürüdeki binlerce kuştan hangisi veya hangileri bir ânda sağa, sola veya yukarı doğru dönüleceğine karar vermektedir?

İnsanlar kendi hayatlarından yola çıkarak, bu ahenkli raksın bir şefinin olması gerektiğini düşünürler. Kuş sürüsünün bir lideri vardır ve sürüyü o yönlendirir veyahut sürünün o ânki diziliş şekline göre en öndeki kuş liderliği üstleniyor olabilir. Fakat biyologlar şimdiye kadar bu liderliğin nasıl gerçekleştiğini tatmin edici bir şekilde açıklayamamışlardır. Kaldı ki bir lider olsa bile, sürünün diğer binlerce üyesi ile ânlık ve teknik bilgi aktarımını da ihtiva eden bir haberleşme nasıl kurulabilmektedir? Çok kalabalık sürülerde, görüşün çok azalmasından ve ortamdaki yoğun kanat seslerinden dolayı sesle haberleşmenin sürdürülemeyeceği açıktır. Dikkat çekici bir başka durum da; sürü herhangi bir yönden bir yırtıcı kuş saldırısına uğradığı veya sürünün karşısına bir engel (elektrik telleri, telefon direkleri vs.) çıktığı zaman, sürü bu engeli, uçuş düzenini ve ahengi bozmadan âdeta mükemmel bir geometrik düzen içinde ikiye bölünerek kolayca atlatır. Burada insanı hayrette bırakan husus, sürünün üyelerinin, bir liderden emir almadığı hâlde, beklenmedik düzenli bir uçuş gerçekleştirmesidir.

Araştırmalar, sürüdeki bütün kuşlar arasında ses veya bir benzeri fizikî uyarıcı kullanılmaksızın düşünce transferine yarayan "telepatik bir haberleşme" olduğunu göstermiştir. Sony şirketinden bilgisayar yazılımcısı Craig W. Reynolds bir bilgisayar yazılımı geliştirerek kuş sürülerinin muazzam uçuş seyrine kısmen benzeyen bir simülasyon uygulaması geliştirmiştir. Ona göre, bir lider olmadığı gibi, herhangi bir düşünce transferi de söz konusu değildir. Kuş sürüsünün içinde alt sürüleri teşkil eden kümelerle (Boid) alâkalı Reynolds şu bilgileri verir:

1- Çarpışmadan kaçınma: Kuş kendi grubunun içinde yakınındaki kuşlara çarpmamaya çalışır.

2- Sürat eşitleme: Her bir kuş yine kendi grubunun içinde yakınındaki kuşlarla uçuş süratini ve yönünü aynı tutmaya çalışır.

3- Uyum: Her bir kuş kümesi, yakınındaki diğer komşuları ile mesafesini aynı tutmaya çalışır.

Eğer seçilen bir küme kendi hız ve yönünü yakın komşularının ortalamasına uydurursa, çarpışma olmaz. İlk bakışta akla yatkın gibi görünse de, neticede bu yaklaşım sanki bir liderin öncülüğünde veya diğerlerine referans olan yine öncü bir kuş kümesi (boid) yönetiminde gerçekleşiyor gibi gözükmektedir. Üç boyutlu görünüşte, kümelenen sürü yön değiştirdikçe sağa, sola, yukarı, aşağı hareketlerde elemanları hiç değişmeyen kümelerden söz edilmesi de zordur. O hâlde bir kargaşa ve olmaması gereken belirsizlik hâsıl olacağı açıktır. Reynolds'un Boid modeli doyurucu bir izah olmasa da, bu sahada çalışan uzmanlar için yeni ufuklar açmıştır. Çünkü bu model, akla uygunluk açısından sürüden kuşa doğru mantığının yerine, kuştan sürüye doğru bir düzenin hâsıl olduğunu öngördüğünden daha ilmî bir görüştür. Sürünün hepsini birden değerlendirme yerine her bir kuşun tek başına diğerleriyle münasebetine odaklanmış ve gökyüzündeki şahane görüntülerin ancak bu şekilde âniden ortaya çıkan bir hususiyet taşıdığını iddia etmiştir. Bu yüzden hâdisenin derin hakikatini aydınlatmada, küçük bir adım olarak kabul edilebilir.
ALINTI YAZI (DR. AHMET KARENLİ)

Canlılarda Yardımlaşma

Canlılarda Yardımlaşma

Canlılar arasında besin zinciri olarak tarif edilen bağlantılar; av-avcı münasebeti, rekabet ve bir arada yaşama gibi model mekanizmalarla açıklanmaya çalışılır. Canlılar, av veya avcı olarak tasnif edildiğinden, güçlünün zayıfı avladığı öne sürülür. Ayrıca su, gıda, barınak için sürekli rekabetin olduğu, güçsüz olanın yenik düştüğü görüşünü esas alan bu yaklaşım, canlılar arasındaki yardımlaşma, sevgi ve merhameti görmezden gelir; İlâhî rahmet ve sevki göz ardı eder. Aslında, tabiattaki besin zinciri ve enerji devridâimine dikkat edildiğinde, en tepede sayıca az fakat güçlü ve irilerin olduğu, aşağıda ise sayıları fazla, nispeten daha güçsüzlerin yer aldığı göze çarpar. 

Son yıllardaki çalışmalar, canlılar arasındaki av-avcı münasebetinin ve rekabetin aslında bazı türlerin tabiî seleksiyonla yok olmasına değil, aksine onların bir arada yaşamalarına zemin hazırladığını ortaya koymaktadır. Bu duruma birçok misâl verilebilir. Bunlardan biri, Karayip adalarında hayatını sürdüren anole kertenkeleleridir (Anolis spp.). Eğer bu kertenkelelerin alt türlerinden sadece biri, mesken olarak bir adayı seçmiş ise, orada genelde daha büyük avları tercih eder. Yaşadığı mekânda birkaç türle birlikte varlığını devam ettiriyor ise, daha küçük avlarla yetinir. Böylece türler arasındaki rekabet en aza inmekte, çeşitli türler bir arada rahatça yaşama imkânı bulmaktadır. Yine çeşitli yırtıcıların, yaşadıkları ekosistemi bölgelere ayırıp işaretlemeleri, benzer türdeki diğer yırtıcıların buna büyük ölçüde uymaları neticesinde hayatlarını kolay idame ettirmeleri bu hususa verilebilecek örneklerdendir. Aynı şekilde diğer türlerle rekabet etme durumunda kalan birçok canlı türü, göç yoluyla binlerce kilometre uzaklıktaki yeni çevrelere göç ederek buralarda yeni koloniler kurmak yoluyla yayılmalarını devam ettirmektedir. 

Canlıların yardımlaşması
İki veya daha fazla türün bir arada yaşaması ve karşılıklı faydaya dayanan münasebetleri (simbiyoz) farklı şekillerde olabilmektedir: Bunlardan biri karşılıklı bağımlılık olarak isimlendirilen mutualizmdir. Bu beraberlikte, çeşitli canlı türleri bir arada yaşamaktan karşılıklı fayda görmekte, hayatları boyunca aynı ekosistemi paylaşmaktadır. Çeşitli bitki türleri ile bazı böcek ve kuşlar arasındaki dayanışmalar buna güzel bir misâldir. Bu karşılıklı faydaya dayalı münasebette, bitkilerde; kuş ve böcek türlerini çekmek için nektar (bitki özü) üretilir. Bu özden beslenmek isteyen çeşitli kuş ve böcek türleri ise, çiçekten çiçeğe dolaşırken gaga ve ağızlarına yapışan çiçek tozlarını diğer bitkilere ulaştırmak yoluyla döllenmeye vesile olur. Böylece tabiatta bitki varlığının devamı sağlanır.

Çöllerde yaşayan bir güve cinsi (Tegeticula sp.) ve bir çöl bitkisi Yucca (Yuka veya halk arasında Avize ağacı olarak da bilinir) arasında da benzer bir münasebet bulunur. Bu türler, bağımlılık açısından âdeta bir bütünün iki parçasını teşkil etmektedir. Peki, bitkiler kendilerine gerekli polenleri böcek ve kuşların dağıttığını nereden bilmekte ve onlara faydalı özleri onları çekebilmek için hangi şuur ve bilgiyle üretmektedir? Bu durum ancak bu sistemin yaratıcısı olan İlâhî Kudret'le açıklanabilir. 

Benzer bir dayanışma da mantar ve su yosunları arasında görülür. Bu iki türün oluşturduğu likenlerde, mantarlar su yosunlarının fotosentezle ürettiği çeşitli ürünleri (oksijen, şeker) kendi solunumları sırasında kullanırken, su yosunları ise mantarların solunum sırasında ortaya çıkardığı karbondioksit ve suyu kendi fotosentez sürecinde kullanır. Yine temizlikçi kuş olarak bilinen Buphagus africanus, gergedanların ve fillerin üzerinde bulunan parazitlerle beslenirken, bu iri cüsseli hayvanlar da parazitlerden kurtulmuş olur. Bu tür yardımlaşmalarda canlılar birbirlerinin eksiklerini tamamlar.

Bir başka yardımlaşma çeşidi ise, kommensalizmdir. Bu yardımlaşmada, bir taraf diğerinden fayda temin ederken, karşısındaki bu durumdan bir fayda elde etmese bile zarar da görmemektedir. Okyanuslarda yaşayan ve zehirli bir tür olan deniz anemonunun (denizşakayığı) âdeta kucak açtığı palyaço balığı (Amphipron ocellaris) düşmanlarından bu şekilde korunmuş olur. Kendisine anemonun zehrine dayanma gücü verilen palyaço balığına düşmanları yaklaştığında anemonun zehriyle ölür ve ona besin kaynağı sağlamış olur. 

Bu hususa başka bir misâl de, ağaçlar ile ağaçlara yuva yapan kuşlar arasındaki münasebettir. Mavi baştankara (Parus caeruleus), kızılkuyruk (Phoenicurus phoenicurus), sığırcık (Sturnus vulgaris), baykuşlar (Strigiformes) ve boynuzgagalar (Bucerotiformes) gibi birçok kuş türü, barınak olarak ağaçları tercih etmektedir. Köpek balığı ve ona tutunarak yiyecek artıklarıyla beslenen yapışkan balığı (Echeneis naucrates) da böyle bir yardımlaşma misâli gösterir. Çoğu türü saldırganlıklarıyla temayüz etmiş köpek balıklarının bu balıklara zarar vermek bir yana, yiyecek artıklarıyla beslenmelerine müsaade etmesi oldukça enteresandır. Köpek balıkları kendilerini tabiatı korumaya adayamayacaklarına göre, bu durum İlâhî bir sevkin neticesi değil midir?! 

Aynı şekilde, çeşitli bitkilerin topraktan ihtiyaçları olan elementler yanında, kullanmayacakları elementleri de bünyelerine almaları gerçekten ilgi çekicidir. Aslında bitkilerin, insan dâhil çeşitli canlı türleri için gerekli olan bu elementleri (krom, selenyum, vanadyum vs.) taşıyarak âdeta birer tablacılık vazifesi görmesi, tabiatta var olan dayanışmanın ve sevk-i İlâhî'nin önemli bir delilidir. 

Bir başka dayanışma çeşidi mimikridir. Benzeme veya taklit olarak bilinen bu davranışta, savunma mekanizması zayıf olan ve narinlikleri ile ön plâna çıkmış bazı türler; görünüş, hareket ve güç bakımından çekinilen bazı türleri taklit ederek düşmanlarından korunurlar. Bu durum; kötü kokan, zehirli olan diğer bazı türlerin görüntü olarak taklit edilmesinin yanında, kendini ağaç yaprakları ve dalları gibi bazı bitkilere benzetme olarak da ortaya çıkabilir. 

Bazı kertenkele ve böcek türlerinin renk değiştirme yoluyla düşmanlarının tanıyamayacağı bir görünüm almaları da mimikriye örnektir. Orta Amerika'da yaşayan zehirsiz Pliocercus elapoides, zehirli bir cins olan Mercan yılanını (Micrurus sp.) taklit ederek düşmanlarından korunmaktadır. Viceroy kelebeğinin (Limenitis archippus) daha kötü bir tada sahip olduğu bilinen kral kelebeğini (Danaus plexippus) şekil olarak taklit etmesi, değnek çekirgelerinin (Phasmidae) kendilerini çevrelerindeki bitkilerin ince dal ve yapraklarına benzeterek gizlemesi de benzetme ve taklitlere örnektir. 

Asalak münasebette ise, parazit türler ev sahibi türe bağlı olarak hayatlarını sürdürmektedir. Genelde bitkilerde görülen bu tip münasebette, ev sahibi bitkiler, parazitlerin menfî tesirlerine karşı kimyevî ve fizyolojik korunma sistemleriyle donatılmıştır. Kızıl derili piposu (Monotropa uniflora) parazit bitkilerin en dikkat çekenlerindendir. Klorofili sınırlı olan bu bitki, besin ihtiyacını diğer bitkilerin köklerinden karşılamaktadır. 

Yukarıda verilen misâllerden de anlaşılacağı gibi, canlılar arasında aynı zamanda sosyal yardımlaşma ve dayanışma bulunmaktadır. Neticede, her tarafı ilim ve şuur olan dünya ekosisteminin, ilimsiz ve şuursuz sebepler eliyle yaratılması ve yaşatılması mümkün değildir. 
ALINTI YAZI(AHMET SAİD İNCEKARA)

Karıncalar Neden Süper Organizmalardır?

Karıncalar Neden Süper Organizmalardır?

Karıncaların işitme duyuları ayaklarına yerleştirilmiştir. Diğer canlılar tarafından ezilmemeleri için, Rahmeti Sonsuz (celle celâluhu) bu canlılara, en hafif sesleri bile fark edebilecek hususiyette işitme duyuları vermiştir. Yerin altındaki titreşimlere duyarlı bu minik canlılar, zelzeleyi önceden fark edebilmektedir. Bu canlılar, âdeta kendilerine has hiss-i kablelvuku'a (önseziye) sahiptirler. Birinci Dünya Savaşı öncesi karıncaların cenazelerini yuvalarından dışarı taşımalarını müşahede eden veli bir zât, onların sıradışı hareketlerini, dünya çapında büyük bir hâdisenin patlak vermesine işaret olarak yorumlamıştır.1

Karıncalar birçok özelliğiyle enteresan mahlûk­lar­dır. Bir buğday tanesini tek başına yuvalarına taşımaları, onların çalışkanlığına örnektir. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri, onların süper organizmalar olarak adlandırılmasına vesile olmuştur. Karıncalar, bulundukları koloninin diğer fertleriyle ortak bir kimyevî molekül üzerinden ayrılmaz bir yapı oluşturur. Bu sayede de bağlı oldukları koloniden asla ayrılmazlar. Araştırmacılar, "karıncaların kolonileriyle beraber yaşayıp, beraber öldüklerini" ifade ederler.
şekil-1
Kolonilerin çoğunda, kanatlı erkek karıncanın biri yuvayı terk eder. Bu karınca, yuvasını terk etmiş dişi bir karıncayla yeni bir aile kurar ve yeni koloniler oluşturur. Dişi karıncalar, eşlerinden yeterli miktarda sperm alır ve onların yumurtalarıyla birleşmesine izin verir. Bu döllenmiş yumurtalardan çıkan dişi karıncalar işçi olacaktır. Döllenmemiş yumurtalardan ise, erkek karıncalar yaratılır. Yeryüzünde tespit edilmiş 12.000 karınca türü vardır. Antarktika'da yaşayan az sayıda karınca çeşidinden biri, göçebe asker karıncalardır. Bu karıncalar, her gün yer değiştirebilmektedir. Diğer böcekleri ve küçük omurgalıları besin kaynağı olarak kullandıklarından, etçil karıncalar olarak da bilinirler.

Sıradışı hususiyetlerde yaratılmış bir başka karınca türü, Güney Afrika yaprakkesici karıncalarıdır. Bitkilerle ve mantarlarla beslenen bu karıncalar, toprağın derinliklerinde inşa ettikleri mantar bahçelerinde yaşar. Toplu savaşabilen bu karıncalar, çok iyi toprak kazar. Yuva olarak, toprakların çatlak kısımlarını seçerler; toprak kazmada, zaman ve enerji tasarruf edebilme kabiliyetiyle donatılmışlardır.
şekil-2
Hayranlık uyandırıcı karınca davranışları 

Amazon karınca kolonisinin arasına, başka koloniye ait bir karınca bırakıldığında, kolonideki karıncaların, yabancı karıncayı, kafasını makaslayarak öldürdüğü müşahede edilmiştir (Resim–1). Göçmen asker karıncalar, bacaklarını birbirlerine ip şeklinde kenetleyerek havada asılı bir yuva oluşturabilir. Bu şekilde yuva inşa etmenin maksadı, küre hâlini almış karınca topluluğunun tam ortasındaki kraliçe karıncayı ve lârvaları korumaktır. Bu asılı yuvanın yeri, sadece yiyecek için değiştirilir. Neslin devamlılığını sağlama maksatlı yuvaya, binlerce karınca katılabilir.

Avustralya'nın yağmacı buldog karıncalarına, uçan bir arıyı havada kolayca yakalayabilecek maharetler verilmiştir. Diğer karınca türlerine kıyasen çok daha çevik olan bu tür, keskin bir algılama hissine ve yakalama kabiliyetine sahip kılınmıştır (Resim–2).
Kuzey Arjantin'de yaşayan karıncalar, su taşkınlarıyla karaya vurmuş pirana vb. balıkları yiyebilen etçil türlerdir. Gemilerin iskele halatlarından ve köprülerinden tırmanabilen bu karıncalar, gemilerle seyahat ederek çok farklı coğrafyalara taşınmıştır. 1890'lı yıllarda Güney Kaliforniya'ya taşınan bu karıncalar, daha sonra ABD'nin güney kısımlarında görülmüştür. İnsanoğlunda bulunan toplu taşıma kabiliyeti, karıncalara da bahşedilmiştir. Büyük yağma karıncası, diğer işçileri sırtında taşıyarak grupta enerji tasarrufunu sağlamaktadır. Karınca davranışlarıyla alâkalı bir başka enteresan tespit şudur: Bir koloni, işgal ettiği bölgede bulunan diğer genç karıncaları, kendi kolonisine katıp, onları hizmet maksatlı kullanabilmektedir. Amazon karıncalarının arasına düşen bir siyah karıncanın, koza vb. maddeleri taşıması buna bir misâl verilebilir
ALINTI YAZI(DR. AHMET NAZİF CANOĞLU)

Otun ete dönüşmesi

Otun Ete Dönüşmesi

Değişen dünya şartlarında hayvancılık ihtiyaç olmanın yanında, ekonomik bir sektör hâline de gelmiştir. Her ne kadar hayvanlara verilen yemler çeşitli katkı maddeleriyle zenginleştirilmiş olsa da, besinlerinin büyük bir bölümünü ot ve saman oluşturur. Bunların yapısı da büyük ölçüde selüloz ve ligninden oluşur. Selülozu sindirebilecek enzim, insan ve hayvanlarda bulunmamaktadır. Peki, besin kaynağı ot olan bu hayvanların hayatı nasıl bir sindirim sistemiyle devam etmektedir?

Et ve süt fabrikası olarak yaratılan sığır, koyun, keçi gibi geviş getiren hayvanlar (ruminantlar), Rezzakiyetin bir tezahürü olarak insanoğlunun emrine verilmiştir. Geviş getiren hayvanların mideleri, sırasıyla işkembe (rumen), börkenek (retikulum), kırkbayır (omasum) ve şirden (abomasum) olarak adlandırılan dört bölümden yaratılmıştır. İlk iki bölümde besin depolanmakta, fermante edilmekte ve bu canlıların sindirim sisteminde yaşayan mikroorganizmaların (bakteri, protozoa ve mantarlar) tornasından geçirilmektedir. Kırkbayırda ise besinler, laminae omasi denen yaprak şekilli yapıların arasında mekanik parçalanma işlemine tâbi tutulur. 

Geviş getiren hayvanların yediği kaba yemler, sür'atle işkembelerine gider. Besinler geviş getirme denen, işkembe muhteviyatının lokmalar halinde tekrar ağza getirilip iyice çiğnenerek yutulması sürecinden sonra, mikroorganizma ve enzimler tarafından parçalanır. Besinin tam sindirilebilmesi için geviş getirilmesi gerekmektedir. Geviş getirme, bu canlıların günlük ortalama 7–11 saatlerini alır. Geviş, daha çok, dinlenme sırasında yapılır. 

Simbiyotik bir tarzda hayatlarını idame ettiren bu mikroorganizmalara; selülozun parçalanmasının yanında, karbonhidrat, bazı organik asitler, amonyak ve mineral maddelerden protein ve B vitamini gibi hayat için gerekli ana bileşenler sentez ettirilir. İşkembede cereyan eden faaliyetlerde en mühim rol, mikroorganizmalara verilmiştir. Bu bakteriler kimya ve biyoloji kanunlarını bilmedikleri hâlde, rollerini milyonlarca yıldır hiç aksatmadan îfa etmektedirler. Bir mililitre işkembe sıvısında ortalama 16 milyar bakteri bulunur. Fakat yavru dünyaya geldiğinde, sindirim sisteminde mikroorganizma bulunmaz. Mikroorganizma topluluğunun oluşumunu başlatan en önemli faktör, yavrunun beraber bulunduğu erişkinlerdir. Annenin ağız yöresi ve yaladığı yemler, mikroorganizmalarca zengindir. Bakteriler uzun süre dış ortamda yaşayabilir ve hava akımlarıyla uzaklara yayılabilirken, protozoonların böyle bir özelliği yoktur. Yavru, 9–13 haftalık olduğunda bir mililitre işkembe sıvısında erişkinlerdeki mikroorganizma sayısına ulaşılır. İşkembe bakterilerinin çoğu, gelişmeleri için CO2'e muhtaçtır. Bakteri türleri arasında da simbiyotik bir münasebet vardır. Meselâ; işkembede B1 vitamini sentezlenebilmesi için en az iki bakteri türünün karşılıklı yardımlaşması gerekir. Bilhassa selülolitik bakteriler, selülozu, salgıladıkları selülaz enzimiyle parçalayarak değerlendirilmesini sağlamış olurlar. 

İşkembede yaşayan başka bir topluluk da, protozoonlardır. Bir mililitre işkembe sıvısında ortalama 100 bin ile 1 milyon arasında protozoon bulunur. Değişik türleri bulunan bu canlılar sayı olarak bakterilerden az olmalarına karşın, hacimce bakterilerden binlerce kat daha büyüktür. Gelişmeleri için bakterilere muhtaç olan protozoonlar, bakterileri yutarak aminoasit ve nükleik asit hammaddesi olarak kullanır ve nükleotid yaparlar. Protozoonların karbonhidratları depo etme özellikleri de vardır. Bu durum karbonhidratça fakir yemle beslenme sırasında bu canlılar için çok büyük önem taşır. Selüloz sindiriminde ikinci derecede rol alan protozoonlar bakterilere yardımcı olur. Protozoonlar hayatlarını tamamlayınca, sindirim kanalının daha ileri kısımlarında sindirilerek, protein kaynağı olarak kullanılırlar. Canlıyken bir protein fabrikası gibi çalışan bu canlıların ölüleri de değerlendirilerek hayvana protein rezervi olur. İşkembe mikroorganizmaları ile üzerinde yaşadığı canlı arasındaki karşılıklı yardımlaşma hayatın mücadeleye değil yardımlaşmaya dayandığını gösterir. 

İşkembe mikroorganizmalarının başka bir grubu da mantarlardır. Oksijenli ortamda yaşayan bu canlılar, işkembe ortamındaki oksijeni tüketerek anaerobik olan (oksijensiz ortam) işkembe ortamının istikrarlı hâlinin devamlılığına vesile olurlar. İşkembe mantarları, salgıladıkları enzimlerle proteinlerin yapıtaşı olan aminoasitleri üre ve amonyaktan sentezleyebilirler. Ayrıca B vitamini sentezi de yaparlar. Sentezlenen vitaminler K, B1, B2, pridoksin (B6), pantotenik asit (B5), folik asit (B9) ve B12'dir. Bunların eksikliği diğer canlılarda görülebilirken geviş getiren hayvanlarda görülmez. Bu mantarlar azaldığında, ortamın oksijen yoğunluğunun artması neticesi, anaerobik olan bakterilerin yaşama ve üremeleri aksamakta, dolayısıyla selüloz daha az sindirilmektedir. Bitki kuru maddesinin % 20-40'ını oluşturan ve enerji kaynağı olan selüloz sindirilemediğinde, enerji metabolizmasının bozulması neticesi hayvanda ciddi sağlık problemleri baş gösterir. İşkembe bakterilerinin sayıları azaldığında, bakterileri nükleotid ve aminoasit kaynağı olarak kullanan protozoonlar bu durumdan menfi tesir görür ve görevlerini tam olarak îfa edemezler.

Her şeyi ince bir hesaba göre yaratan Hâkim-i Mutlak (celle celâluhu), geviş getiren hayvanları otla rızıklandırmakta, sindirim faaliyeti sırasında bunları gözle görülmeyen mikroorganizmalarla hayvan için faydalı hâle dönüştürmektedir.
ALINTI YAZI(EMİN ŞENOĞLU)

24 Kasım 2014 Pazartesi

KURBAĞA DENEYİ



Bu laboratuvar çalışmamıza kadar incelediğimiz hayvan örnekleri omurgasız hayvanlar grubuna aittiler. Bu çalışmamızda ise Omurgalı hayvanlardan bir örnek inceleyeceğiz. Vertebrata'nın (omurgalılar) Amphibia (kurbağalar) klasisinin Anura (kuyruksuz kurbağalar) takımına mensup Rana ridibunda (su kurbağası) su içinde, su kenarlarında nemli yerlerde yaşar.

Amfıbiler, suda yaşayan balıklar ile kara omurgalıları arasında orta bir yer işgal ederler. Tamamen karada ya da tamamen suda yaşayan formları olduğu gibi, hem karada hem de suda yaşayanları vardır. Bu ara durum ve kara hayatına geçiş ile ilgili organ sistemlerindeki değişiklikler kurbağada açıkça görülür.

Kurbağanın vücudu baş ve gövde olmak üzere iki kısımdan meydana gelir. Başla gövde arasında bir sınır, farklılaşmış bir boyun bölgesi yoktur. Vücut pulsuz olup, çıplak, yumuşak ve kaygan bir deri ile örtülüdür. Deride mukus salan çok sayıda bez bulunur. Ergin hayvanda kuyruk tamamen kaybolmuştur. Gövdede iki çift ekstremite vardır.

Başın önünde geniş bir ağız bulunur. Üst çenenin hemen ön tarafında bir çift dış burun deliği ve onların arkasında iki büyük göz vardır. Hareketli göz kapaklan üst, alt ve alt göz kapağının devamı gibi duran gözü yan yanya örten yan göz kapağından ibarettir. Ancak bu üçüncü göz kapağının kendi başına hareket yeteneği yoktur. Gözlerin arkasında orta kulağı örten 3-4 mm çapında yuvarlak iki kulak zan bulunur. Kurbağalarda dış kulak yoktur. Erkek kurbağalarda kulak zarının gerisinde ince bir zardan yapılmış bir çift dış ses kesesi bulunur.

Erkek kurbağaların gövdeleri dişilere göre biraz daha ince uzundur. Dişilerde ise gelişmiş ovaryumlar nedeniyle gövdenin eni boyuna göre daha gelişmiştir.

Bütün tetrapodlarda karada yürümeye elverişli (balıkların pektoral ve pelvik yüzgeçlerine karşılık) dört ekstremite vardır. Kurbağaların ön ekstremiteleri kısa olup, dört parmaklıdır. Birinci parmak körelmiştir. Erkek bireylerde ön ekstremitede çiftleşme mevsiminde ikinci parmağın yan tarafında büyük siyah bir şişkinlik (nasır) ortaya çıkar. Uzun olan arka ekstremiteler beş parmaklıdır. Birinci parmak en kısa, dördüncü ise en uzundur. Parmaklar arasında yüzme derisi gerilidir. Vücudun son ucunda iki arka ekstremite arasında kloak açıklığı vardır (Şekil 1).



Şekil 1. Bir erkek kurbağanın dış görünüşü 1. dış burun deli ği 2. ağız 3. ön ayak 4. nasır (a) 5. yüzme perdesi 6. arka ayak 7. dış ses kesesi (a) 8. orta kulak zarı 9. göz

Ağız içinde üst çenede oldukça küçük, sivri ve çok sayıda diş bulunur. Ayrıca damakta vomer dişleri vardır. Ön tarafta bulunan oval iki açıklık iç burun delikleridir. Alt çenede göze ilk çarpan yapı dildir. Dil çeneye ön taraftan tespit edilmiş olup, serbest kalan ucu çatallıdır. Dilin uzama ve kasılma yeteneği çok fazladır. Alt çenede diş yoktur.

Yutağa (farinks) östaki borusu açılır. Burada bulunan glottis (küçük dil), besinlerin akciğerlere girmesine engelolur (Şekil 2).




Şekil 2. Kurbağada ağızın iç yapısı ı. vomer dişleri 2. iç burun deliği 3. üst çene dişleri 4. göz çukurları 5. östaki borusu açıklıgı 6. farinks açıklıgı 7. ses kesesi açıklıgı (erkekte) 8. glottis (küçük dil) 9. dil 10. dil bağlantısı


Kurbağada pleuroperitonal ( göğüs-kann ) boşlukları içinde ilk göze çarpan organ, kahve renkli ve yaprak şeklindeki loplardan yapılmış olan karaciğerlerdir. Karaciğer sağ, orta ve sol lop olmak üzere üç parçadan oluşmuştur. Orta lop sağ ve sol loptan birbirine bağlayan küçük bir parçadır ve bu yan loplar tarafından örtülmüştür. Orta lobun sol lop ile birleştiği yerde yeşil renkli yuvarlak bir safra kesesi vardır. Sol lobun altında da büyükçe bir mide yer alır. Midenin ön ucu çok kısa bir yemek borusu ile birleşir. Midenin sivri olan arka ucu ise bağırsağa açılır. Bu kısım midenin pilor bölgesidir. incebağırsak uzun ve kıvrıntılı bir boru halindedir. Mideden sonra gelen ilk kısım on iki parmak bağırsağı (duedenum) dır. İnce bağırsağın son kısmı sonbağırsak (rektum) dır. İncebağırsaktan daha geniş ve çok daha kısa olan bu kısım kloaka (dışkılık) açılır. Mide ile duedenum arasında pankreas yer alır.

Kalp tam göğüs kemiğinin altındadır. Perikard boşluğu içine yerleşmiş durumdadır. Perikard boşluğu perikard zarı ile sınırlanır. Kalp iki kulakçık ve bir karıncıktan meydana gelir. Sağ kulakçığa anteriör ve posteriör vena cava (ön ve arka toplardamarlar)ların açıldığı sinüs venosus bağlanmıştır. Ventrikulustan ise truncus arteriosus 'tan ayrılan aort yaylan çıkar. Balıklara göre bu yaylarda bir azalma görülür. Yalnızca III. IV. ve VI. yaylar kalmış olup, III. den başa giden carotid 'ler, IV. den systemik yaylar (sağ ve sol aorta), VI.dan ise pulmonar arterler (akciğer atardamarları) meydana gelmiştir. Kirlenen kan pulmonar arterler ile temizlenmek üzere akciğerlere gider ve burada temizlendikten sonra tekrar kalbe döner. Böylece esas vücut dolaşımından başka bir de kalp ile akciğerler arasında küçük dolaşım meydana gelmiştir.

Kurbağaların solunum organları gayet kısa bir soluk borusu ile bir çift akciğerden meydana gelir. Akciğerler gevşek bir dokudan yapılmıştır. Kirli kahve renkli iki kese şeklindedir. Sönük oldukları zaman ancak bir santimetre boyunda ve üçgen şeklindedirler. Kurbağalarda ayrıca kuvvetli bir deri solunumu vardır.

Kurbağaların boşaltım organları böbrekleridir. Vücudun dorsal duvarına yakın, bir çift olarak bulunurlar. Koyu kırmızı renkli, uzunca oval yapılı, 1.5-2 cm uzunluğunda ve mezonefroz tipindedirIer. Bunların ventral yüzlerinde altın sarısı renginde ve şerit şeklinde böbrek üstü bezleri bulunur. Karın boşluğunun kuyruk ucunda ise beyaz renkli, ince duvarlı, büyük bir kese şeklinde idrar kesesi vardır. Bu kese kısa bir boyun bölgesi ile kloakın ventral duvarına açılır.

Erkek kurbağalarda boşaltım organı ile üreme organları arasında sıkı bir ilişki vardır. Spermler ile boşaltım maddeleri müşterek bir kanaldan (üreter ya da wolf kanalı) dışarı atılırlar. Testisler san-beyaz renkli, yuvarlağımsı ve bir çift olarak böbreklere yakın bulunurlar. Dişilerde de bir çift ovaryum bulunur. Yumurta hücreleri ayrı bir kanalla (ovidukt) dışarı atılırlar. Bu yumurta kanalının kloaka açılan son kısım kısa bir şekilde genişlemiştir. Üreme mevsiminde içinde yumurta birikmiş durumdadır (Şekil 3).




Şekil 3. Diseksiyonu yapılmış bir kurbağada içorganların görünüşü 1. alt çene 2. dil sağ atrium 4. ventrikulus 5. testis 6. böbreküstü bezi 7. böbrek 8. idrar torbası 9. sonbağırsak 10. yüzme perdesi 11. mezenter 12. incebağırsak 13. pankreas 14. mide 15. dalak 16. karaciğer 17. safra kesesi 18. akciğer 19. glottis 20. yutak 21. üst çene


Kurbağaların sinir sistemleri, merkezi sinir sistemi beyin ve omurilik ile çevre sinir sistemi sinirlerden meydana gelir. Kurbağada beyin, ön, orta ve arka olmak üzere üç kısımdan meydana gelir. Ön beyinde koku alma siniri (olfaktorius sinirler)nin çıktığı iki bulbus olfaktorius lobu, iki beyin yarım küresi (cerebrum) ile diencephalon bulunur. Diensefalonun üzerinde epifiz bezi yer alır. orta beyinde ise görme sinirlerinin çıktığı optik loplar yer alır. Arka beyinde de cerebellum ve medulla oblangata yer alır, bundan sonra da omurilik uzanır (Şekil 4).




Şekil 4 . Kurbağada beyin yapısı ı. olfaktorius siniri 2. olfaktorius lobu 3. cerebrum 4. göz sİniri 5. optik lop 6. kranial sinirler 7. Cerebelluın 8. krania! sinirler 9. Medulla oblangata 10. omurilik


İzlenecek Yol

Ø Kurbağanın iç organlarını incelemeye geçmeden önce, içinde kloroform ya da etere batırılmış pamuk bulunan bayıltma kabında kurbağayı bayıltırız. Bayılmış ve hareketsiz duruma gelmiş kurbağayı küvet üzerine alarak dıştan inceleyiniz. Dıştan görünen organ ve yapıları çizerek gösteriniz.

Ø Üst çenenin alt çene ile birleştiği yerden kasları hafifçe keserek ağzı açarız. İç burun deliklerinden bir iğne sokarak dış burun deliklerine kadar uzandıklarını tespit ediniz. Dili bir pensle kaldırarak tespit edildiği yeri görünüz. Dişler, göz şişkinlikleri, farinks, glottis ve östaki borusu açıklıklarını görerek ağzın içten görünüşünün şeklini çiziniz.

Ø Beyin ve omurilik hariç, kurbağanın tüm sistemleri ventral taraftan disseke edilebilir. Bu sistemleri ortaya çıkarabilmek için kurbağanın vücut boşluğunun açılması gerekir. Deri ile vücut çeperi arasında geniş lenf boşlukları olduğundan bu açılış iki safhada yapılmalıdır. Birincisi derinin kesilmesi, ikincisi ise vücut çeperinin kesilmesidir. * Bu işlemi yapmak için kurbağayı küvet üzerine sırt üstü yatırınız. Dört bacağından da toplu iğne ile küvete tespit ediniz. Bu sırada kurbağada ayılma belirtileri görürseniz, kloroformlu ya da eterli pamuğu başının üzerine koyarak iyice bayılmasını sağlayınız.

Ø Arka üyelerin birleştiği yerden başlayarak göğüs kemiği hizasına kadar sadece deriyi düz bir çizgi şeklinde kesiniz. Göğüs kemiği hizasında kesitinizi iki yan tarafa doğru uzatınız. Açtığınız deriyi iki yan tarafa yatırıp iğneleyiniz. Bu durumda ventral vücut duvarını yapan kaslar ortaya çıkar. Göğüs kemiği hizasından aşağıya kadar tam orta istikamette uzanan büyük bir kan daman ile bu damarın iki yan tarafında göğüs kemiği karşısından başlayarak aşağıya giden ve tekrar yukarıya dönerek deriye yayılan bir çift kan damarı göze çarpar. Ortadaki damar vena abdominalis (karın bölgesi toplardamarı), iki yan taraftakiler vena cutenea magna dır.

Ø Vena abdominalisin sağ tarafından kas tabakasını göğüs kemiği hizasına kadar kesiniz. Bundan sonra göğüs kemiği kaidesinden sağ ve sol tarafa doğru vena cutenea magnaya kadar küçük birer kesim yapınız. Bu şekilde ayırdığınız kas tabakasını sağa ve sola yatırıp iğneleyiniz.

Ø Bu şekilde açılan pleuroperitonal boşluk içinde ilk göze çarpan organ karaciğerdir. Karaciğerin loplarını ayırt ediniz. Orta lobu görmek için sağ ve sol lopları yukarı kaldırarak bu parçayı ortaya çıkarınız. Bunun sol lop ile birleştiği yerde yeşil renkli, yuvarlak safra kesesi vardır. Sol lobun ön dış parçasını da kaldırarak büyükçe olan mideyi ortaya çıkarınız. Yemek borusunu ancak bütün iç organların incelenmesi bittikten sonra görebilirsiniz. Sindirim sistemine ait diğer parçaları on iki parmak bağırsağı. İncebağırsak, pankreas ve rektumu bulup inceleyiniz.

Ø Kalbi iyi görebilmek için göğüs kemiğini kesiniz. Kurbağa henüz ölmemişse kalbin hareketini görebilirsiniz. Kalp tam göğüs kemiğinin altındadır. Perikard zarını sıyırarak kalbi açığa çıkarınız. Alt tarafta üçgen şeklinde ve daha açık renkte görünen kısım ventrikulustur. Daha koyu renkli iki siyah çıkıntı ise sağ ve sol atriumdur. Ventrikulus ile sağ atriumun dış taraftan sınırladığı bölgede toplu iğne başı kadar bir şişkinlik vardır. Bullıus cordİs adını alan bu bölgeden kalın bir kan damarı truncus arterİosus çıkar. Yüreği küt uçlu bir pensle yukarı doğru kaldırıp ventral tarafına bakınız. Üçgen şeklinde, ince çeperli bir bölge sinüs venosus tur. Buraya ön taraftan büyük bir damar girer.

Ø Akciğerler ilk bakışta karaciğer loplarının altında olduklarından görülmezler. Karaciğer loplarını kaldırıp akciğerleri meydana çıkararak sünger görünümündeki bu yapıları inceleyiniz.

Ø İç organları vücut duvarına bağlayan mezenterleri inceleyiniz. Sindirim sistemi organlarını ortaya çıkararak görebildiğiniz tüm iç organları gösteren bir şekil çizip isimlendiriniz.

Ø Sindirim sistemine ait organları karın boşluğunun dışına çıkarınız. Kurbağa dişi ise bağırsakları çıkarmadan önce onların yan taraflarına taşmış ovaryumlar böbrekleri görmeyi engeller. Bunun için bir tarafın ovaryum ve yumurta kanalını kesip çıkarınız. Yedinci ile sekizinci omur hizasından arkaya doğru uzanan böbrekler birbirine çok yakın olarak dururlar. Üzerlerinde böbreküstü bezleri görülür. Böbreklerden geniş, beyaz iki kanal (üreter) kloaka doğru uzanır. Bu kanallar boşaltım maddelerini, erkeklerde ise aynı zamanda spermleri taşırlar.

Ø İdrar kesesini bulunuz. Bunun üreterden ayrı olarak kloaka açıldığını görünüz. İdrar kesesi bacakların birleştiği yerde, kloakın hemen önündedir. Eğer patlamamışsa kolayca farkedilir. Patlamış durumda ise aynı bölgede bir zar halinde görebilirsiniz.

Ø İçorgan1arın incelenmesi bitince beyinin diseksiyonu için hayvanın başının dorsali size dönük olacak şekilde çeviriniz.

Ø Başın dorsalini kaplayan deriyi bistüri ile yüzünüz. Bunun için hayvanın kafasını sol elin baş ve işaret parmakları arasında tutunuz. Sağ elin 3.4.5. parmaklarını kurbağanın sırtına yaslayıp, bistüri bıçağı hayvanın kafatasına teğet tutmaya çalışarak dikkatli bir şekilde kesim yapınız. Bu şekilde gevşettiğiniz cranİuın (kafatası)'un tavanını yukarı doğru kaldırınız. Kurbağada taze beyin dokusu çok yumuşaktır. Bu nedenle beyini zedelememek için bistürinin kesim sırasında devamlı olarak kafatasına teğet tutulması gerekir. Kranium açıldıktan sonra ilk göze çarpan kısım optik loplardır. Diseksiyon makasının bir ucunu kraniumun bir kenanndan içeri doğru sokarak makası her defasında çok az ileri iterek bir seri küçük kesimler yapınız. Bu şekilde kafatasının yan kenarlarını keserek kafatası tavanının geri kalan kısmını temizleyiniz. Bistüri yardımıyla bu açıklığı genişleterek beyinin dorsalinin tamamının ortaya çıkmasını sağlayınız. Beyinin son kısmı meddulla oblangatayı görebilmek için kafatasının hemen arkasındaki ilk bir kaç omuru her iki yandan neural yaylannı kesip, omurların dorsal kısımlarını uzaklaştırınız. Bu durumda beyinin tamamı ve omuriliğin başlangıcı ortaya çıkmış olur. Dorsalden beynin görüntüsünü kısımlarını belirterek çiziniz.

Ø Omurilikten çıkan sinirleri incelemek için tüm iç organları çıkarılmış, alt çene ve ağzın ventral kısmı kesilmiş ve iyice temizlenmiş hayvanda, omurilikten çıkan parlak beyaz renkli 10 çift sinirin ventral uzantılarının omurlar arasından çıkışını görmek mümkündür.

21 Ekim 2014 Salı

KLONLAMA



Klonlama biyoloji tarihinde en çok tartışılan ve insanların ilgi duyduğu bir konudur. Kelime anlamı olarak klon, birbirinin tıpatıp benzeri canlılara verilen adtır. Genetik mühendisliğinde klonlama, mevcut bir canlının çeşitli yöntem ve tekniklerle bir benzerinin kopyalanması işidir. Basit bir anlatımla klonlama çekirdeği çıkartılmış yumurta hücresine, kopyalanacak canlının genetik materyalinin (DNA gibi) aktarılması esasına dayanır. Klonlama için en çok kullanılan yönteme ''çekirdek transferi yöntemi'' adı verilir. Bu yöntemde ilk olarak bir canlıdan yumurta hücresi alınır ve çekirdeği çıkartılır, daha sonra ise yine aynı canlıdan ya da aynı türdeki başka bir canlıdan alınan her hangi bir vücut hücresinin çekirdeği laboratuar ortamında bu yumurta hücresine nakledilir. Naklin başarılı olması durumunda oluşan bu yeni hücreye hafif bir elektrik şoku uygulanarak bölünmeye zorlanır. Bir kez bölünen hücre bölünmeye devam eder bu aşamadan sonra anne rahmine yerleştirilen embriyonun doğması beklenir. Sonuçta genetik bilgiler yani DNA çekirdekte saklandığı için doğan yeni birey, hücre çekirdeği kullanılan bireyle aynı genetik özelliklere sahip olur. Teoride basit gibi görülen bu yöntem pratikte çok büyük zorluklar çıkartmaktadır. Başarı yüzdesi çok düşük olan bu yöntem sonucunda doğan bireyde bir çok sağlık sorunu ile karşılaşılmaktadır. Bilimsel olarak bu olay ilk kez 1997 yılında Dolly adlı bir koyunun başarılı bir şekilde kopyalanmasıyla gerçekleşmiştir. Klonlama sonucunda dünyaya gelen ilk canlı olan Doly Dr. Wilmut ve ekibinin yoğun çalışmaları sonucunda üretilmiştir. Bu koyunun klonlanmasında çekirdek transferi yönteminden yararlanılmıştır. Deneyde kullanılan 277 yumurta hücresinden yalnızca 29 tanesi bölünme aşamasını tamamlayabilmiştir. Bu yumurtalar farklı koyunların rahimlerine yerleştirildi. Koyunlardan 13 tanesi gebe kaldı. Sonuçta ise bir tek başarılı doğum gerçekleşti. Dünyaya gelen bu koyuna Dolly adı verildi. İşte klonlama tartışmaları da bu noktada alevlendi. Bir çok bilim adamı Dolly'nin doğumunu klonlamada bir milat olarak görmektedirler. Doly'nin klonlama yöntemi ile üretilmesi bilim adamlarınca insanında kopyalanabileceği yönünde merak uyandırmıştır. Bu da insan kopyalanmasına yönelik araştırma yapmasına sebep olmuştur. Fakat bunun bir çok bilim adamlarınca etik olmayacağı görüşü üzerine; ABD'nde bilim adamları, etik komiteleri ve politikacılar reproduktif klonlamanın, (insan kopyalanmasının) yasaklanması konusunda görüş birliğine vardılar. İnsan klonlama çalışmaları aleyhinde ciddi yaptırımlar getirilmesini sağladılar. Fakat terapotik klonlama ise farklı değerlendirilmiştir. Bilim adamları somatik hücre çekirdek transferi (somatic cell nuclear transfer: SCNT) yolu ile terapotik klonlamanın tıp alanında önemli tedavi yöntemlerini beraberinde getireceğine inanırken, etik komiteleri ise terapotik klonlamanın da sonuçta kaçınılmaz olarak reprodüktif klonlamaya yol açacağına inandıkları için yasaklanması gerektiği görüşüne vardılar. Bilim adamları, hastalıklı doku ya da organın yerine konulabilecek ve kişinin bağışıklık sistemi tarafından kabul edilecek doku ve organların klonlaması ile Parkinson ve Alzheimer gibi norodejeneratif hastalıklar dahil pek çok hastalığın tedavisinde etkili olacak teropatik klonlamanın yasaklanmasının tıp alanında önemli gelişmelere engel olacağını düşünürken, yasa yapıcılar ve etik komiteleri, yeni ilaç ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesinde insan kök hücrelerini içermeyen klonlama yöntemleri üzerinde çalışmaların yoğunlaştırılması gerektiği görüşündeler. İnsan klonlaması yapan bilim adamlarına ciddi cezaların verileceği açıklanmasına rağmen; 26 Kasım 2001'de Advanced Cell Technology (ACT) adlı firmadan ilk klonlanmış insan embriyosu üretildiği haberi geldi. ACT'nin yaptığı açıklamaya göre, yapılan deneyde toplam 19 yumurta hücresi kullanılmış. Bu hücrelerden sadece 3 tanesi bölünme aşamasına gelebilmişti. Bu üç hücreden ikisi 4, biri de 6 hücre oluşturduktan sonra öldü. İnsan klonlama konusunda yapılan bu ilk resmi açıklama büyük ses getirdi. Bir insan embriyosundaki genler ancak 4-8 hücre oluşturduktan sonra kendisini göstermeye başlıyor. Başta ACT olmak üzere klonlama yaptığını duyuran hiç bir firmanın henüz 8 hücreden büyük bir embriyo elde edememiş olması, bazı bilim adamlarına göre insan klonlama çalışmalarının henüz başarıya ulaşılamadığını göstermektedir. Tüm bu görüş ayrılıkları, 1998 yılında Dr. John Gearhart (John Hopkin's University) ve Dr. James Thompson (University of Wisconsin)'in, birbirlerinden bağımsız olarak, insan pluripotent (her türlü özelleşmiş hücreye dönüşebilen) kök hücrelerini izole ettiklerini açıklamalarıyla daha da yoğunlaştı. Dr. Thompson invitro olarak büyütülmüş embriyodan alınmış hücreleri, Dr. Gearhart ise kürtajla alınmış fetustan elde edilen primordial hücreleri kullanmıştı ki bu insan kök hücre çalışmaları ile ilgili itilaflara yol açtı. Bunun sebebi ise hücrelerin elde ediliş şekilleriydi. Klonlama konusunda içine düşülen en büyük yanlış doğacak canlının klonlanan canlı ile aynı kişi olacağının sanılmasıdır. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Klonlama yöntemi sonucunda dünyaya gelen canlı sadece fiziksel görünüş olarak genleri kullanılan canlıya benzer ve bu benzerlik doğal bir klonlama şekli olan tek yumurta ikizliğinde görülen benzerlikten bir farkı yoktur. Yeni doğan birey ile genleri kullanılan birey tek yumurta ikizlerinde olduğu gibi düşünce ve ruh olarak tamamen farklı kişilerdir. Bu nedenle klonlamanın yaradılış gerçeği ve kader ile ters düşen hiç bir yanı bulunmamaktadır. Fakat klonlanan canlının genlerinde gizli olan genetik hastalıklar ve diğer bazı genetik faktörler aynı şekilde doğacak yeni bireye aktarılmış olur. Bu da klonlama karşıtlarının tepki gösterdiği noktalardan biridir. Klonlama çalışmaları yapan ve yapmaya devam eden bilim adamlarının çoğu bu çalışmaları yeni bir birey dünyaya getirmek için değil de sadece tedavi amaçlı kullanılacak kök hücreleri üretmek için sürdürdüklerini belirtiyorlar. Tedavi amaçlı klonlama çalışmalarında amaç klonlama sonucunda kök hücre elde etmektir. İlk hücre bölünmesinden yaklaşık 5 gün sonra, yani embriyonun yaklaşık 100 hücre oluşturacak kadar bölünmesi ile oluşan ve başkalaşarak 200 değişik vücut hücresine dönüşebilen bu hücrelere kök hücresi adı verilir. Bu hücrelerin bir kısmı organları bir kısmı ise kan, saç, tırnak ve deri gibi vücut bölümlerini oluştururlar. Klonlama ile kök hücre elde etmeyi planlayan bilim adamları bu kök hücreler yardımı ile bir çok hastalığa çözüm bulunacağını ve daha ileriki dönemlerde yine bu hücreler yardımı ile organ üretimi ve nakli yapılabileceğini iddia ediyorlar. Fakat burada göz ardı edilmemesi gereken şey, kök hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesi gerektiği gerçeğidir, bir canlının hayatını kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir canlının hayatına son vermenin ne kadar ahlaki olduğu tartışma konusudur. Klonlama tedavi amaçlı olarak düşünüldüğünde insanda iyi izlenimler bırakıyor fakat insan ve insanın içinde taşıdığı hırslar işin içine girdiğinde çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Örneğin bir canlının bazı organları (kalp, karaciğer gibi) hasar gördüğünde başka bir canlının organı o canlıya takılamaz, DNA'lar uyuşmadığı için organı hasar gören canlının antikor sistemi bu organı kabul etmez ve dolayısıyla bu tür vakalarda sonuç ölümdür. Fakat organı hasar gören canlının herhangi bir hücresi kullanılarak yapılan klonlama sonucunda dünyaya gelecek bebeğin DNA'sı organı zarar görmüş olan canlı ile uyum gösterir ve organ nakli gerçekleşebilir. İşte bu noktada insanın içindeki para hırsı göz önüne alındığında, ödenen para karşılığında bir çok hasta insanın klonlarının sadece organları alınmak için dünyaya getirilebileceği gerçeği ortaya çıkar. Klonlama sonucunda doğan ve organı alınan canlı doğal olarak ölürken, organı hasarlı olan birey parası sayesinde bir süre daha yaşayabilir. Bu tür bir olay tam bir ahlak çöküntüsüdür. Bu konuda ne kadar yasa çıkarsa çıksın ya da ne kadar önlem alınırsa alınsın bu olayın önüne tam olarak geçebilmek mümkün değildir. Günümüzde de bir çok böbrek kaçak yollardan satılmaktadır. Fakat hiçbir kanun ya da yasa bu olayı tam olarak ortadan kaldıramamıştır. İşte klonlamanın düşünülmesi gereken ve asla göz ardı edilemeyecek bir yüzü de budur. Bu ve benzeri düşüncelerle yola çıkan bir çok bilim adamı ve bilim kuruluşu klonlama çalışmalarının kesinlikle durdurulması gerektiğini savunmaktadır. Aynı duyarlılık ile yaklaşan bir çok gelişmiş ülke, sınırları içerisinde her türlü klonlama çalışmasını yasaklamıştır. Bu tartışma gelecek yıllarda da daha çok uzayacağa benziyor, ahlaki değerleri savunan bilim adamlarının mı yoksa ''klonlama kaçınılmaz bir bilimsel gerçektir'' diyen bilim adamlarımı galip gelecek, bunu zaman gösterecek. Bunun insalık için yararlı bir şekilde neticelenmesini diliyoruz. 
MURAT DEMİRTAŞ

BİYOTEKNOLOJİ







Biyoloji biliminin en son geldiği nokta biyoteknolojidir. Biyoteknoloji ile genetik mühendisliği yakın ilişki içindedir. Genetik mühendisliği yöntemleri, biyoteknoloji tarafından araç olarak kullanılmaktadır. Kısaca Biyoteknoloji, yaşayan hücre, doku ve organları kullanarak, uygun teknik ve yöntemlerle istenilen ürünün elde edilmessidir. Biyoteknoloji bir çok bilim dalıyla iç içedir. Biyoteknolojik çalışmalara bazı örnekler verirsek; İnsan sağlığına yönelik olarak proteinlerin üretilmesi Bazı hormon, antikor, vitamin ve antibiyotik üretilmesi Çok zor şartlara sahip çevrelerde (sıcak, kurak,tuzlu...) yaşayan organizmaların enzimlerini ve biyomoleküllerini saflaştırarak bunların sanayide kullanılması Yeni sebze ve meyve üretimi İnsandaki zararlı genlerin elemine edilmesi Aşı, pestisit, tıbbi bitki üretimi. Hızla artan dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanılan zorluklar, insanlara ulaşan gıda zincirindeki olumsuzluklar çağımız bilim adamlarının kafasını çok meşgul etmiş ve çeşitli arayışlara itmiştir. Gün geçtikçe azalan doğal kaynakların en iyi şekilde değerlendirilmesi mümkün olsa bile, dünya nüfusunun artış hızı karşısında yetersiz kalmaktadır. Bu durumda mevcut potansiyelin rasyonel kullanımı yanında yeterli ve dengeli beslenme için uygun gıda maddelerinin sağlanması insanlığın geleceği için vazgeçilmez olmuştur. Bu günümüzde bir çok ülkede çok daha acı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden gıda maddelerinin sağlanması insanların temel sorunlarından biri olmaya her zaman olduğu gibi devam etmektedir. Beş milyarı aşan dünya nüfusunu beslemek için, 10 yıl içinde gıda üretiminin bugünkünün 1.5 kat artırılması beklenmektedir. Tarım alanında basit biyoteknolojik uygulamalarla sağlanan önemli üretim artışlarının, çağımızdaki teknolojiye uygun metotlarla daha da artırılabileceği ileri sürülmektedir. Biyoteknoloji alanındaki uygulamaların tarım alanındaki artışları insanların açlık sorununa kalıcı çözümler getirecektir. İnsan gıdalarının çoğu yaklaşık 30 çeşit tarımsal üründen sağlanmakta, bunları da tahıllar, şekerli bitkiler, baklagiller, yağlı tohumlar, meyve ve sebzeler oluşturmaktadır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, insanların temel gıdalarını oluşturan, tarımsal ürünlerin üretiminde olduğu kadar, ürünlerin işlenmesi ve istenilen özellikte gıdalar elde edilmesi gibi bir çok sahada uygulama imkanı bulan biyoteknolojinin önemi daha da artmıştır. Biyoteknolojik uygulamalar James Watson ve Fransis Crick adlı araştırıcıların canlılardaki karakterlerin dölden döle aktarılmasında rol oynayan DNA molekülünün yapısını belirlemeleriyle hayata geçmiştir. Bu molekülün yapısındaki değişmelerle canlılardaki karakterlerin farklılaştığının anlaşılması bu tür uygulamalarla istenilen özellikte bitki ve hayvan elde etmeyi planlayan Gen Mühendisliği bilim dalının doğmasını sağlamıştır. Teorik olarak çok geniş uygulama alanı olan biyoteknolojik yöntemlerle grip, tetanoz, kuduz, kızamık gibi aşılar yanında istenilen özelliklere sahip bitkiler, hayvanlar ve yararlı mikroorganizmaların da üretilmesi mümkündür. Biyoteknolojik uygulamalarla gelecek yıllarda bol, ucuz, kaliteli ve besleyici özelliği daha çok olan gıda maddeleri elde edilebilecektir. Bunların hayata geçirilebilmesi için genetik mühendisliği ile biyoteknolojinin ortak olarak çalışması gerekecektir. Çünkü biyoteknolojinin ortaya çıkmasında en önemli faktör, hücrenin fiziksel ve kimyasal özelliklerinin belirli kurallar dahilinde işlev yapması olmuştur. Biyoteknolojik uygulamaları sağlık, tarım, enerji sağlama, tür ıslahı ve çevre olmak üzere gruplandırabiliriz. Tıpta biyoteknoloji, anne yada babaya ait veya her ikisinin hatalı bir gen taşıması ve bunların oğul döllere geçmesi şeklindeki hastalıkların giderilmesi esasına dayanmaktadır. Bu çeşit rahatsızlıklar hatalı genin teşhis ve tedavisi ile ortadan kalkabilecektir. Genetik orijinli rahatsızlıkların önlenebilmesi için hastalığın daha embriyo safhasında tespit edilerek, erken dönemde tedavi edilmesi gerekir. Deneysel olarak oluşturulan zigotta, 8 hücreli safhada iken içerdiği hatalı genleri belirlemek mümkündür. Hastalık sebebi olacak genlerin yerine hatalı olmayanların yerleştirilmesi amaçlanan tedavi yöntemidir. Sağlık alanına biyoteknolojik diğer önemli bir katkısı da rekombinant DNA teknolojisi uygulamasıyla elde edilen ve canlı tarafından sentez edilemeyen yada yetersiz üretilen protein ve enzimlerin yerine geçebilecek yapay ürünlerle tedavinin kolaylaşmasıdır. Örneğin bu yolla insülün hormonu ve bazı aşılar elde edilmektedir Biyoteknoloji, bitkisel ve hayvansal üretim alanında da önemli uygulama alanı bulmuştur. Sağlıklı bir ürünün iyi ve kaliteli hammaddelerden elde edilebileceği düşünülürse biyoteknolojik yöntemlerle yetiştirilen soğuğa, sıcağa, kuraklığa ve fazla tuza dayanıklı bitkilerin ürünleri hem üretim kaybını en aza indirecek hem de tüketicinin istediği tipteki gıdanın yapımını sağlayacaktır. Örneğin; insanların temel gıda maddesi olan buğdayın protein oranının artırılması yapay bir DNA parçası aktarılarak sağlanmış, aynı tür uygulamalarla hastalık ve zararlılara dayanıklı buğdaylar elde edilebilmektedir. Biyoteknolojik yöntemlerle hayvan hastalıklarına etkili aşılar yapılması kullandığı yemlerden daha çok faydalanabilen verimli ve kısa sürede gelişen hayvan ırkları geliştirilmiştir. Örneğin, bir araştırma projesinde, embriyosuna gelişimi artırıcı gen aktarılan sazan balıkları, atalarına göre %30 oranında daha ağır oluşlardır. Bu şekilde özellikte hayvan ırklarının yetiştirilmesi konusunda biyoteknolojik yöntemler oldukça başarılı olmuştur. Şeker kamışı ve mısır gibi yakıt alkol (etanol) üretimi için uygun bitkilerin devreye sokulması, biyogazların işlenir hale getirilmesi, petrol kaybının engellenmesinde mikro organizmaların kullanılması ile gerçekleşmektedir. Böylece insanların petrole olan bağımlılığı azalacaktır. Maalesef biyoteknolojik yöntemlerle, bazı biyolojik maddelerin süper silahlara dönüştüğü de bilinen bir gerçektir. Biyolojik silah olarak tarif edilen gözle görünemeyen bu yaratıklar kısa sürede çok çabuk çoğalır ve 24 saat içinde sadece bir virüsten 250-300 trilyon öldürücü virüs üreyebilmektedir. Biyolojik silahlar üretilip kullanıldığında ayrım yapmadan tüm insanları yok edebilecektir. Belkide insalığın sonu bu şekilde olacaktır. Bu da bilimin yanlış kullanılması ile doğacak kötü neticelerden biridir. Geleceğin çehresini değiştirecek olan biyoteknoloji yerinde kullanılırsa insanlık için büyük bir nimet, yerinde kullanılmazsa insanlık için büyük bir felaket olabilir.


18 Ekim 2014 Cumartesi

Küçük Lifçiğe, Büyük Vazife


Ben kimim?
Adım fibrilin. FBN olarak da tanınırım. Siz daha anne karnındayken vücudunuzda üretimine başlanan bir proteinim. Sizler beni 1986'da keşfettiniz. Zorlu, uzun ve zahmetli süreçlerden geçtikten sonra olgun hâlimle size hizmet ederim. Hizmet ederken nesprin, fibulin, emilin, elastin gibi birçok kardeş molekülle ortak çalışırız.

Neredeyim? 
Vücudunuzda 46 adet kromozom, bunlar üzerinde de 20-25 bin civarında gen vardır. Kromozomlar ve onların barındırdıkları genler, insanın genetik hafızasını oluşturur. Mahiyetinde yüzlerce özelliği depolayan genlere, vakti gelince özelliklerini meydana çıkarma fırsatı verilir. Meselâ, yeni doğduğunuzda dişleriniz yoktur; ama genetik hafızanızda dişlerin ne zaman, nasıl çıkartılacağı şifrelenmiştir. Genler 'harekete geç' emrini aldıklarında dişler çıkmaya başlar. 1 No'lu kromozom, 2 no'lu kromozom, 3 no'lu kromozom gibi 46 no'lu kromozoma kadar her bir kromozomun üzerinde yüzlerce gen vardır. Meselâ, 1 numaralı kromozomda üç bin kadar gen vardır. Erkeklik özelliği veren Y kromozomunda 125 adet gen bulunur. Her bir genin kromozomlar üzerinde ayrı bir adresi (lokalizasyonu) yazılmıştır. Beni üreten fibrilin geninin adresini sorarsanız; 15q21.1.; Cadde 15, Uzun Kol Sokağı, 21. Sok. Numara 1. Açık Adresim, 15 no'lu kromozomun uzun kolunun 2. bölgesinin 1. bandının 1. alt bandı. Fibrilin1, fibrilin2 ve fibrilin3 olmak üzere 3 kardeşiz. 

Yay gibi gerilir ve gevşeriz. Şişirilen balon gibi esner, gerilir; sonra da tekrar eski hâlimize döneriz. Bir kusur neticesi, şiştikten sonra eski hâlimize dönemezsek, dokunun mimarisi bozulur, gerilen lifler tekrar eski hâline gelemez. Damarlarda bu duruma anevrizma denir. Halk arasında baloncuk da denilen bu hastalığın görülme sıklığı, ortalama on binde birdir. Metal su borularında hava boşluğu oluştuğunda boruda titremelere bağlı olarak, gürleme tarzında istenmeyen sesler çıkmaktadır. Bizlerin sayesinde damar duvarları çok güzel esner ve istenmeyen bir ses ve türbülans oluşmaz. Akrobatik hareketler yapan lâstik adamlar yanımda bir hiçtir. Rabb'imin yaratılışa koyduğu harika özellik sayesinde, lâstik gibi eğilir, bükülür, esner, gevşer, kasılır, şişer, söner; sizin sağlığınız için şekilden şekle girerim.

Nasıl bir lifim?
Fibrilin genindeki şifreye göre sentezlenen bir protein olarak, bağ dokusunda elâstik liflerin inşasında yapıya destek sağlarım. Benim eksikliğimde veya hasarlı olma durumumda özellikle aort damarı, akciğerler ve göz küresi gibi elâstik liflerden zengin organlarınızın bağ dokularında zayıflıklar oluşur. İris (gözün renkli kısmı) ve ortasında yer alan göz bebeğiniz ve göz merceğiniz ışık-karanlık ve uzaklık-yakınlık durumlarına göre değişiklik arz eder. Bu değişiklikler ışığın durumuna göre mükemmel olarak kontrol edilir ve insanoğlu çoğu zaman bunun farkına bile varmaz. Hâlbuki bizler göz merceğinin çok hassas ölçülerle kasılıp gevşemesine yardımcı oluruz. Sağlam gözünüze büyük numaralı bir gözlük taktığınızda, yürümekte zorluk çekersiniz, başınız döner. Hizmetinize verilmiş ne büyük bir nimet olduğumuzu buradan anlayabilirsiniz. Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız, mümkün değil, sayamazsınız. Gerçekten Al­lah gafurdur, rahîmdir. (Nahl Suresi/18) 

Ağırlığım 350 kilo daltondur. Atom kütle ağırlık birimi olan dalton, yaklaşık bir hidrojen atomunun ağırlığına eşittir ve değeri 1.66 × 10−24 gramdır. 2.871 adet aminoasitten yapılmışım. Proteinlerin en küçük birimi olan ve vücudunuzda bulunan 20 adet aminoasidin çeşit çeşit, sıra sıra dizilmesinden meydana gelirim. Polimerizasyon adı verilen süreçte protein zincirinin halkalarının bir araya gelmesiyle birbirimize tutunur ve 10 ila 12 nanometre boyutlarında mikrolifleri meydana getiririz. Bu mikrolifler vücudunuzdaki esnekliği sağlayan elâstin proteini ile bir araya getirilir. Araştırmacıların elastik fibriller adını verdiği elâstinle beraber oluşturduğumuz sistem, gözünüzde, kalbden çıkan damarlar başta olmak üzere bütün kan damarlarınızda, derinizde ve sinirleriniz gibi birçok dokunuzda hiç durmadan vazife yapar. 

Ne işe yararım? 
Sizler 'Ne iş olsa yaparım!' diyen birine pek rağbet etmezsiniz. Ama bizler gerçekten birçok işi başarabilecek kabiliyette yaratılmışız. Birçok doku ve organda bize verilen talimatları eksiksiz yerine getiririz. Araştırmacılar bizlere vücut mimarisinin harika yapıtaşları derler. Bizler kendi boyumuzun yaklaşık iki katı kadar uzayabiliriz. Nefes alıp verirken, kalbiniz kan pompalarken, mideniz yemekleri sindirirken, gözünüz tabiatı temaşa ederken elâstik lifler olarak bizler hep görev başındayızdır. Kalb, idrar torbası, akciğer, mide, damarlar ve ses telleri gibi vücuttaki mimarî yapılarda ortaya çıkan gerilmelere karşı, esneyebilme özelliğimiz sayesinde bu organların yırtılmalarını önleme işi bizim vesilemizle yerine getirilir. Bizim farkımızda olan gerçek âlimler, her nefes alışverişlerinde, midelerinin kasılmasında kendilerini en güzel şekilde yaratan Sânî-i Hakîme "Elhamdulillah, Subhanallah" sözleriyle şükürlerini ifade ederler. Bu güzellikleri fark etmeden, düşünmeden yaşayanlara da diyecek bir söz bulamayız.

En çok çalıştığım yer, büyük ana atardamar olan aorttur. Kalbiniz günde ortalama yüz bin defa atmaktadır. Kanın pompalanması sırasında damarlarda çok yüksek bir basınç meydana gelmektedir. Elastik liflerimizle imdadınıza yetiştirilmesek hâliniz çok kötü olurdu. Damarlar parçalanır ve hayatınız son bulurdu. Bu yüksek basınç, atardamarların boyları kısalmadan sadece çaplarının genişleyebilme özellikleri sayesinde karşılanır. Bu çap ayarlaması o kadar iyi düzenlenmiştir ki, kanın akış tipi aynı kalır, yani çalkalanma ve dalgalanma gibi hâdiseler görülmez. Çap ayarlaması damar içine yerleştirilmiş fibrilin proteini sayesinde gerçekleştirilir. Tabii ki bize yardım eden başka birçok protein ve yapıyı da burada anmadan geçemeyiz. Kısacası, bizler olmasaydık, sebepler plânında hayatınızı devam ettirebilmeniz imkânsızlaşacaktı. 
Derinizin canlılık ve gerginliğinde de rol alırım. Bu tabakanın esası, kollagen adı verilen bir proteinden yapılmış sık lifli bağ dokusudur. Ben de bağ dokusunun ana elemanlarındanım. Sizler yaşlandıkça bu tabaka kurumaya ve lif proteinleri azalmaya başlar, dolayısıyla lifler azaldıkça benim gerginliğim de azalır ve buruşmaya başlarım. Yaşlanan insanlar benim buruşmamdan hoşlanmazlar; ama kaderiniz budur. Ne yaparsanız yapın, ben de yaşlanıp öleceğim. 

Şu önemli hususu vurgulamadan geçemeyeceğim: Güneşte fazla kalmak beni bozar. Dozunda olursa güneşin cilde faydaları vardır. Güneşteki radyasyon, canlı organ ve dokulara zarar verir. Bu radyasyon hem çabuk yaşlanmada (solar yaşlanma), varis oluşumunda, cildin hasar görmesinde, hem de benim gibi proteinlerin yapılarının bozulmasında tesirli bir faktördür. Güneş ışınlarına maruz kalmanın derideki genetik materyalde değişikliklere sebebiyet verdiği çeşitli kaynaklarda rapor edilmiştir. Ültraviyole ışınları derinin bozulmasını hızlandırır. Tıp dilinde buna serbest radikaller yoluyla oksidasyon denmektedir. Güneşleneceğim diye bizleri ve kendinizi yakmayınız. Hadi kendinizi düşünmüyorsunuz, bizleri düşünmeniz gerekmez mi? Güneşlenmek hem D vitamini sentezletiyormuş, hem osteoporoz riskini azaltıyormuş diyorsanız, şunu size hatırlatmak isterim. Deride D vitamini sentezi için el, ayak ve yüzünüzden güneş almanız yeterlidir. Ne dersiniz, size zarar veren bazı alışkanlıkları gözden geçirme vaktiniz gelmedi mi?
Bensiz bir hayat nasıldır? 
Başta şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Elektron mikroskobuyla ancak görebildiğiniz benim gibi küçük bir lifçiğe birçok vazifeyi gördüren Rabb'imiz, bu sanat eserlerinin değerlerini göstermek için bazı hastalıklarda bu nimeti vermeyerek sizleri imtihan etmektedir. 

Bensiz hayat inanın hiç çekilmez. İsterseniz birkaç örnek vereyim: Ben yaratılmasaydım, deriniz esnek ve gergin olmayacaktı. Göz merceğini kontrol edemeyecektiniz. Aort esnek olmayacak, günde yüz bin kere atan kalbiniz basınca dayanamayacak ve kısa sürede yırtılacaktı. Midede, akciğerde, organ gelişmesinde birçok problemler çıkacaktı.
Ayrıca hücre sinyal sisteminin önemli bir elemanı olan TGF-beta'nın (bir çeşit büyüme faktörü) kontrol altında çalıştırılmasında büyük görevlerim vardır. Haberleşme sisteminizin alt üst olduğunu düşünün. İstanbul'da yaşayan 10 milyon insanın haberleşme sistemlerinin veya dünyadaki 6 milyar kişi arasındaki haberleşme ağının bozulduğunu varsayın. İnsan vücudu yanında bunlar çok basit kalır. İnsan vücudunda 100 trilyon hücre her an birbiriyle haberleşmektedir. Dünya nüfusundan 15 bin kat daha kalabalık bir hücre topluluğu, bizler gibi küçük moleküller vesilesi ile haberleşmektedir. Hücrelerin çoğalması ve dokuların farklılaşması, hücrelerdeki haberleşme sekteye uğradığında birbirine girecektir. Hücre seviyesinde trafik kazaları ve ulaşım krizleri ortaya çıkacaktır. Elinize aldığınız yemek dolu kaşık, ağzınıza değil de kulağınıza veya gözünüze girecektir. 
Fibrilin-1 geninde bir bozukluk (mutasyon) olduğunda, Marfan sendromu ortaya çıkar. 1800'lü yıllarda tanımlanan bu hastalık, keşfedicisinin adıyla anılır. Bu hastalığın görülme sıklığı beş binde birdir. Marfan sendromunda ölüm sebeplerinin en başında aort yırtıkları gelir. Ayrıca göz, iskelet ve kalb-damar sisteminde birçok problemler vardır (Tablo). Hastaların çoğu, 30-45 yaşlarında kalb-damar sistemindeki kusurlar yüzünden kaybedilir. Aort yırtıkları ile herhangi bir yaşta ölüm olabilir. Akciğerdeki doku bütünlüğü bozulacağı için, Marfan sendromlu hastaların yaklaşık % 14'ünde nefes alıp-verme zorluğu ile kendini gösteren kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ortaya çıkar. 

Gözdeki liflerin yapısına katıldığım için, göz merceğinin yerinde durmasında aktif bir rol alırım. Göz merceğini çevreleyen liflerim, merceğin en uygun yerde durmasını ve kasılıp gevşeyerek, ışınların aydınlıkta ve karanlıkta en uygun şekilde odaklanmasına vesile olur. Bu şekilde hem yakını hem uzağı görürsünüz. Ektopia lentis adı verilen hastalıkta göz merceği normal yerinden kaymıştır. Gözün ön odacığında anormallikler, yüksek miyopluk ve retina hasarları meydana gelir.
Eksfoliasyon sendromunda da rol alırım. Eksfoliasyon sendromu göz ile alâkalı dokularda benim gibi lifli bağ dokusu materyalin birikimi ile tanınan bir hastalıktır ve halk arasında göz tansiyonu olarak bilinen glokomun bilinen en sık sebebidir. İleri yaşlardaki bazı kişilerde veya bazı hastalıklarda göz merceği üzerinde saç kepeği gibi lifli materyal birikir. İris adı verilen ve göze rengini veren damarlı bölgenin hareketiyle bu materyal yerinden ayrılarak, göz içi sıvısının gözü terk ettiği drenaj kanallarını tıkar. Sıvı boşalamadığı için göz içi tansiyonu artar. Gördüğünüz gibi normal üretildiğimde problem olmaz iken, aşırı üretilirsem başınıza dert açabilirim.
Sizlerden son ricam! 
Harika işleyişimizi, girift vazifelerimizi gördünüz. O hâlde zaman zaman beni ve arkadaşlarımı hatırlayınız. Emeklerimizi, çalışmalarımızı görmezden gelmeyiniz. Sizler nankör insanları sevmezsiniz. Güneşleniyorum diye bizleri yıpratmayınız. 

DOÇ.DR.KADİR CAN (ALINTI YAZI)