9 Aralık 2014 Salı

Canlılar Yeryüzüne Nasıl Yayıldı?

Canlılar Yeryüzüne Nasıl Yayıldı?

Üzerinde yaşadığımız coğrafya ve tabiî çevre, geçmişte olduğu gibi günümüzde de hızlı bir değişmeye maruz kalmakta-dır. Bu değişmenin gelecekte de devam etmesi kuvvetle muhtemeldir. Dağların ve vadilerin şekillenmesi, kıtaların yara-tılması, akarsu sistemlerinin, ova ve plâtoların meydana gelmesi, buzullaşma gibi hâdiseler milyonlarca yıllık zaman diliminde ortaya çıkmıştır. Zelzeleler, seller ve volkanik faaliyetler, yeryüzünü dakikalar hattâ saniyeler içinde değiştirme ve yeniden şekillendirme potansiyeline sahiptir. İnsanoğlu dâhil bütün canlılar, hayat sürdükleri ortamlarda meydana gelen bu âfet ve değişmelere karşı oldukça hassastır. Tabiî süreçlerin işleyişi ile veya insan müdahalesiyle meydana gelen değişmelerin menfî neticelerini en aza indirme gayretlerinden birisi de topluluklar ve kavimler hâlinde gerçekleştirilen coğrafî mekân değiştirme yani “göçlerdir”. 

Biyocoğrafya ve ekoloji açısından “yayılma” (Dispersal) hayvan ve bitki türlerinin orijinal hayat sahalarından ayrılarak farklı alanlara yönelmeleri olarak tanımlanmaktadır. Bu yönelmenin hususi sebepleri ise bilhassa insan müdahalesi ve tabiî âfetler neticesinde ortaya çıkan ışık, su, barınak ve yiyecek yetersizliği ile başka canlılar tarafından avlanma ihtimalinin yüksekliğidir. Bu yayılış coğrafî mekân dikkate alındığında coğrafi mekân içi ve coğrafî mekân dışı olarak ikiye ayrılabilir. İlk gruba daha çok, yakın mekânları seçen türlerin yayılışı girerken; ikinci gruba, yaşadıkları yerden coğrafî ve biyolojik olarak önemli oranda farklılık gösteren uzak mekânlara göç eden hayvan ve bitki türlerinin yayılışı örnek verilebilir. Birinci gruba giren canlı türlerinin yaşama ve yaşayabilir bir topluluk meydana getirme ihtimali daha fazla iken, ikinci gruba giren canlıların hayatta kalma ihtimali ise, kendilerine sunulan fazladan bir lütuf hâricinde oldukça güç olmakla birlikte, imkânsız değildir.

İklim değişiklikleri gibi zorlayıcı hâdiseler neticesinde iyice azalan ve ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya kalan çeşitli canlı türleri, gelecek nesilleri için daha uygun hayat şartları sağlamak maksadıyla, sevk-i İlâhî ile yeni mekânlar aramaya girişirler ve buldukları uygun mekânlara yerleşirler. Bu süreç bazen çok uzun bir zaman alırken, bazen de mü-kemmel bir zamanlama ve yönlendirme ile oldukça kısa sürebilir. Bir çift hayvan, bir tohum veya bitkinin bir parçası, umulmadık bir yerde uygun mekân bularak yerleşir ve orada nesillerinin devamına vesile olur. Meselâ, kıyı otu (Ammophila) gibi bazı türlere, özellikle kıyı kumulları üzerinde çok kısa zamanda kolonileşme kabiliyeti verilmiştir. 

Bazı canlı türlerinin zor şartlarda karşı cinse ihtiyaç duymadan üredikleri bilinmektedir. Yüce Yaratıcı değişik isimleri-nin tecellisi olarak aynı bedende iki cinsiyeti bir araya getirerek (hermafrodit) veya erkeklerin azaldığı durumlarda, dişi yumurtalarının erkek spermlerine ihtiyaç duymadan (partenogenez) yeni nesiller yaratabileceğini de göstermiştir. 

Kendisine üreme ve tekrar bir topluluk meydana getirme özelliği verilmiş olan bir organizmaya veya organizmanın bir bölümüne propagül (propagule) adı verilir. Meselâ bitkinin bir tohumu, bir çekirdeği, bir sünger parçasının, denizyıldızının veya yassı kurtlardan planarianın kopan kısmı (bir parçası veya kolu) bir topluluk meydana getirebilir. Bu çoğalma mekanizması da yine türün neslinin devamı için bir nevi sigorta gibi düşünülebilir. 

Bitki ve hayvan türlerinin yayılış göstermeye çalıştığı bazı yeni sahalarda, ilgili türlerin alışık olmadığı tabiî ortam şartları, bu canlıların bir bölümünün veya tamamının ortadan kalkmasına yol açar. Bazı durumlarda ise yeni topluluklar kurmak üzere farklı yerlere göç eden türler, geçtikleri ve gittikleri tabiî çevreyi kendilerine göre tekrar düzenlemekle birlikte, işgal edilen alanda trajik ekosistem bozulmalarına sebep olur. Bu duruma en güzel örnek göçebe çekirgelerdir (Locusta migratoria). Bu çekirge türü uygun şartlarda çok çabuk üreme özelliğine sahiptir. Bilhassa aşırı kalabalık populasyonlar ve yiyecek kıtlığı sebebiyle istilâcı ve yayılmacı bir karaktere bürünebilir. Ancak, bu gibi çevre problemlerine yol açan esas sebep, tabiata dercedilen dengelerin insan eliyle alt üst edilmesidir. 
ALINTI YAZI(AHMET SELİM İNCEKARA)

Dizi dizi uçan kuşlar

Dizi Dizi Uçan Kuşlar

Binlerce sığırcığın, sanki önceden anlaşıp günler süren provalar yapmışçasına bir ânda göğe yükselip şekilden şekle girmesini hiç seyrettiniz mi? Bu şüphesiz, seyreden herkese derinden tesir eden hâdiselerden biridir. 

Sığırcık sürülerini gözlemleyenlerin aklına gelen ilk sorular şunlardır: Nasıl oluyor da binlerce kuş havada aynı ânda, aynı yöne doğru yükselmekte veya alçalmaktadır? Sürüdeki binlerce kuştan hangisi veya hangileri bir ânda sağa, sola veya yukarı doğru dönüleceğine karar vermektedir?

İnsanlar kendi hayatlarından yola çıkarak, bu ahenkli raksın bir şefinin olması gerektiğini düşünürler. Kuş sürüsünün bir lideri vardır ve sürüyü o yönlendirir veyahut sürünün o ânki diziliş şekline göre en öndeki kuş liderliği üstleniyor olabilir. Fakat biyologlar şimdiye kadar bu liderliğin nasıl gerçekleştiğini tatmin edici bir şekilde açıklayamamışlardır. Kaldı ki bir lider olsa bile, sürünün diğer binlerce üyesi ile ânlık ve teknik bilgi aktarımını da ihtiva eden bir haberleşme nasıl kurulabilmektedir? Çok kalabalık sürülerde, görüşün çok azalmasından ve ortamdaki yoğun kanat seslerinden dolayı sesle haberleşmenin sürdürülemeyeceği açıktır. Dikkat çekici bir başka durum da; sürü herhangi bir yönden bir yırtıcı kuş saldırısına uğradığı veya sürünün karşısına bir engel (elektrik telleri, telefon direkleri vs.) çıktığı zaman, sürü bu engeli, uçuş düzenini ve ahengi bozmadan âdeta mükemmel bir geometrik düzen içinde ikiye bölünerek kolayca atlatır. Burada insanı hayrette bırakan husus, sürünün üyelerinin, bir liderden emir almadığı hâlde, beklenmedik düzenli bir uçuş gerçekleştirmesidir.

Araştırmalar, sürüdeki bütün kuşlar arasında ses veya bir benzeri fizikî uyarıcı kullanılmaksızın düşünce transferine yarayan "telepatik bir haberleşme" olduğunu göstermiştir. Sony şirketinden bilgisayar yazılımcısı Craig W. Reynolds bir bilgisayar yazılımı geliştirerek kuş sürülerinin muazzam uçuş seyrine kısmen benzeyen bir simülasyon uygulaması geliştirmiştir. Ona göre, bir lider olmadığı gibi, herhangi bir düşünce transferi de söz konusu değildir. Kuş sürüsünün içinde alt sürüleri teşkil eden kümelerle (Boid) alâkalı Reynolds şu bilgileri verir:

1- Çarpışmadan kaçınma: Kuş kendi grubunun içinde yakınındaki kuşlara çarpmamaya çalışır.

2- Sürat eşitleme: Her bir kuş yine kendi grubunun içinde yakınındaki kuşlarla uçuş süratini ve yönünü aynı tutmaya çalışır.

3- Uyum: Her bir kuş kümesi, yakınındaki diğer komşuları ile mesafesini aynı tutmaya çalışır.

Eğer seçilen bir küme kendi hız ve yönünü yakın komşularının ortalamasına uydurursa, çarpışma olmaz. İlk bakışta akla yatkın gibi görünse de, neticede bu yaklaşım sanki bir liderin öncülüğünde veya diğerlerine referans olan yine öncü bir kuş kümesi (boid) yönetiminde gerçekleşiyor gibi gözükmektedir. Üç boyutlu görünüşte, kümelenen sürü yön değiştirdikçe sağa, sola, yukarı, aşağı hareketlerde elemanları hiç değişmeyen kümelerden söz edilmesi de zordur. O hâlde bir kargaşa ve olmaması gereken belirsizlik hâsıl olacağı açıktır. Reynolds'un Boid modeli doyurucu bir izah olmasa da, bu sahada çalışan uzmanlar için yeni ufuklar açmıştır. Çünkü bu model, akla uygunluk açısından sürüden kuşa doğru mantığının yerine, kuştan sürüye doğru bir düzenin hâsıl olduğunu öngördüğünden daha ilmî bir görüştür. Sürünün hepsini birden değerlendirme yerine her bir kuşun tek başına diğerleriyle münasebetine odaklanmış ve gökyüzündeki şahane görüntülerin ancak bu şekilde âniden ortaya çıkan bir hususiyet taşıdığını iddia etmiştir. Bu yüzden hâdisenin derin hakikatini aydınlatmada, küçük bir adım olarak kabul edilebilir.
ALINTI YAZI (DR. AHMET KARENLİ)

Canlılarda Yardımlaşma

Canlılarda Yardımlaşma

Canlılar arasında besin zinciri olarak tarif edilen bağlantılar; av-avcı münasebeti, rekabet ve bir arada yaşama gibi model mekanizmalarla açıklanmaya çalışılır. Canlılar, av veya avcı olarak tasnif edildiğinden, güçlünün zayıfı avladığı öne sürülür. Ayrıca su, gıda, barınak için sürekli rekabetin olduğu, güçsüz olanın yenik düştüğü görüşünü esas alan bu yaklaşım, canlılar arasındaki yardımlaşma, sevgi ve merhameti görmezden gelir; İlâhî rahmet ve sevki göz ardı eder. Aslında, tabiattaki besin zinciri ve enerji devridâimine dikkat edildiğinde, en tepede sayıca az fakat güçlü ve irilerin olduğu, aşağıda ise sayıları fazla, nispeten daha güçsüzlerin yer aldığı göze çarpar. 

Son yıllardaki çalışmalar, canlılar arasındaki av-avcı münasebetinin ve rekabetin aslında bazı türlerin tabiî seleksiyonla yok olmasına değil, aksine onların bir arada yaşamalarına zemin hazırladığını ortaya koymaktadır. Bu duruma birçok misâl verilebilir. Bunlardan biri, Karayip adalarında hayatını sürdüren anole kertenkeleleridir (Anolis spp.). Eğer bu kertenkelelerin alt türlerinden sadece biri, mesken olarak bir adayı seçmiş ise, orada genelde daha büyük avları tercih eder. Yaşadığı mekânda birkaç türle birlikte varlığını devam ettiriyor ise, daha küçük avlarla yetinir. Böylece türler arasındaki rekabet en aza inmekte, çeşitli türler bir arada rahatça yaşama imkânı bulmaktadır. Yine çeşitli yırtıcıların, yaşadıkları ekosistemi bölgelere ayırıp işaretlemeleri, benzer türdeki diğer yırtıcıların buna büyük ölçüde uymaları neticesinde hayatlarını kolay idame ettirmeleri bu hususa verilebilecek örneklerdendir. Aynı şekilde diğer türlerle rekabet etme durumunda kalan birçok canlı türü, göç yoluyla binlerce kilometre uzaklıktaki yeni çevrelere göç ederek buralarda yeni koloniler kurmak yoluyla yayılmalarını devam ettirmektedir. 

Canlıların yardımlaşması
İki veya daha fazla türün bir arada yaşaması ve karşılıklı faydaya dayanan münasebetleri (simbiyoz) farklı şekillerde olabilmektedir: Bunlardan biri karşılıklı bağımlılık olarak isimlendirilen mutualizmdir. Bu beraberlikte, çeşitli canlı türleri bir arada yaşamaktan karşılıklı fayda görmekte, hayatları boyunca aynı ekosistemi paylaşmaktadır. Çeşitli bitki türleri ile bazı böcek ve kuşlar arasındaki dayanışmalar buna güzel bir misâldir. Bu karşılıklı faydaya dayalı münasebette, bitkilerde; kuş ve böcek türlerini çekmek için nektar (bitki özü) üretilir. Bu özden beslenmek isteyen çeşitli kuş ve böcek türleri ise, çiçekten çiçeğe dolaşırken gaga ve ağızlarına yapışan çiçek tozlarını diğer bitkilere ulaştırmak yoluyla döllenmeye vesile olur. Böylece tabiatta bitki varlığının devamı sağlanır.

Çöllerde yaşayan bir güve cinsi (Tegeticula sp.) ve bir çöl bitkisi Yucca (Yuka veya halk arasında Avize ağacı olarak da bilinir) arasında da benzer bir münasebet bulunur. Bu türler, bağımlılık açısından âdeta bir bütünün iki parçasını teşkil etmektedir. Peki, bitkiler kendilerine gerekli polenleri böcek ve kuşların dağıttığını nereden bilmekte ve onlara faydalı özleri onları çekebilmek için hangi şuur ve bilgiyle üretmektedir? Bu durum ancak bu sistemin yaratıcısı olan İlâhî Kudret'le açıklanabilir. 

Benzer bir dayanışma da mantar ve su yosunları arasında görülür. Bu iki türün oluşturduğu likenlerde, mantarlar su yosunlarının fotosentezle ürettiği çeşitli ürünleri (oksijen, şeker) kendi solunumları sırasında kullanırken, su yosunları ise mantarların solunum sırasında ortaya çıkardığı karbondioksit ve suyu kendi fotosentez sürecinde kullanır. Yine temizlikçi kuş olarak bilinen Buphagus africanus, gergedanların ve fillerin üzerinde bulunan parazitlerle beslenirken, bu iri cüsseli hayvanlar da parazitlerden kurtulmuş olur. Bu tür yardımlaşmalarda canlılar birbirlerinin eksiklerini tamamlar.

Bir başka yardımlaşma çeşidi ise, kommensalizmdir. Bu yardımlaşmada, bir taraf diğerinden fayda temin ederken, karşısındaki bu durumdan bir fayda elde etmese bile zarar da görmemektedir. Okyanuslarda yaşayan ve zehirli bir tür olan deniz anemonunun (denizşakayığı) âdeta kucak açtığı palyaço balığı (Amphipron ocellaris) düşmanlarından bu şekilde korunmuş olur. Kendisine anemonun zehrine dayanma gücü verilen palyaço balığına düşmanları yaklaştığında anemonun zehriyle ölür ve ona besin kaynağı sağlamış olur. 

Bu hususa başka bir misâl de, ağaçlar ile ağaçlara yuva yapan kuşlar arasındaki münasebettir. Mavi baştankara (Parus caeruleus), kızılkuyruk (Phoenicurus phoenicurus), sığırcık (Sturnus vulgaris), baykuşlar (Strigiformes) ve boynuzgagalar (Bucerotiformes) gibi birçok kuş türü, barınak olarak ağaçları tercih etmektedir. Köpek balığı ve ona tutunarak yiyecek artıklarıyla beslenen yapışkan balığı (Echeneis naucrates) da böyle bir yardımlaşma misâli gösterir. Çoğu türü saldırganlıklarıyla temayüz etmiş köpek balıklarının bu balıklara zarar vermek bir yana, yiyecek artıklarıyla beslenmelerine müsaade etmesi oldukça enteresandır. Köpek balıkları kendilerini tabiatı korumaya adayamayacaklarına göre, bu durum İlâhî bir sevkin neticesi değil midir?! 

Aynı şekilde, çeşitli bitkilerin topraktan ihtiyaçları olan elementler yanında, kullanmayacakları elementleri de bünyelerine almaları gerçekten ilgi çekicidir. Aslında bitkilerin, insan dâhil çeşitli canlı türleri için gerekli olan bu elementleri (krom, selenyum, vanadyum vs.) taşıyarak âdeta birer tablacılık vazifesi görmesi, tabiatta var olan dayanışmanın ve sevk-i İlâhî'nin önemli bir delilidir. 

Bir başka dayanışma çeşidi mimikridir. Benzeme veya taklit olarak bilinen bu davranışta, savunma mekanizması zayıf olan ve narinlikleri ile ön plâna çıkmış bazı türler; görünüş, hareket ve güç bakımından çekinilen bazı türleri taklit ederek düşmanlarından korunurlar. Bu durum; kötü kokan, zehirli olan diğer bazı türlerin görüntü olarak taklit edilmesinin yanında, kendini ağaç yaprakları ve dalları gibi bazı bitkilere benzetme olarak da ortaya çıkabilir. 

Bazı kertenkele ve böcek türlerinin renk değiştirme yoluyla düşmanlarının tanıyamayacağı bir görünüm almaları da mimikriye örnektir. Orta Amerika'da yaşayan zehirsiz Pliocercus elapoides, zehirli bir cins olan Mercan yılanını (Micrurus sp.) taklit ederek düşmanlarından korunmaktadır. Viceroy kelebeğinin (Limenitis archippus) daha kötü bir tada sahip olduğu bilinen kral kelebeğini (Danaus plexippus) şekil olarak taklit etmesi, değnek çekirgelerinin (Phasmidae) kendilerini çevrelerindeki bitkilerin ince dal ve yapraklarına benzeterek gizlemesi de benzetme ve taklitlere örnektir. 

Asalak münasebette ise, parazit türler ev sahibi türe bağlı olarak hayatlarını sürdürmektedir. Genelde bitkilerde görülen bu tip münasebette, ev sahibi bitkiler, parazitlerin menfî tesirlerine karşı kimyevî ve fizyolojik korunma sistemleriyle donatılmıştır. Kızıl derili piposu (Monotropa uniflora) parazit bitkilerin en dikkat çekenlerindendir. Klorofili sınırlı olan bu bitki, besin ihtiyacını diğer bitkilerin köklerinden karşılamaktadır. 

Yukarıda verilen misâllerden de anlaşılacağı gibi, canlılar arasında aynı zamanda sosyal yardımlaşma ve dayanışma bulunmaktadır. Neticede, her tarafı ilim ve şuur olan dünya ekosisteminin, ilimsiz ve şuursuz sebepler eliyle yaratılması ve yaşatılması mümkün değildir. 
ALINTI YAZI(AHMET SAİD İNCEKARA)

Karıncalar Neden Süper Organizmalardır?

Karıncalar Neden Süper Organizmalardır?

Karıncaların işitme duyuları ayaklarına yerleştirilmiştir. Diğer canlılar tarafından ezilmemeleri için, Rahmeti Sonsuz (celle celâluhu) bu canlılara, en hafif sesleri bile fark edebilecek hususiyette işitme duyuları vermiştir. Yerin altındaki titreşimlere duyarlı bu minik canlılar, zelzeleyi önceden fark edebilmektedir. Bu canlılar, âdeta kendilerine has hiss-i kablelvuku'a (önseziye) sahiptirler. Birinci Dünya Savaşı öncesi karıncaların cenazelerini yuvalarından dışarı taşımalarını müşahede eden veli bir zât, onların sıradışı hareketlerini, dünya çapında büyük bir hâdisenin patlak vermesine işaret olarak yorumlamıştır.1

Karıncalar birçok özelliğiyle enteresan mahlûk­lar­dır. Bir buğday tanesini tek başına yuvalarına taşımaları, onların çalışkanlığına örnektir. Birlik ve beraberlik içinde hareket etmeleri, onların süper organizmalar olarak adlandırılmasına vesile olmuştur. Karıncalar, bulundukları koloninin diğer fertleriyle ortak bir kimyevî molekül üzerinden ayrılmaz bir yapı oluşturur. Bu sayede de bağlı oldukları koloniden asla ayrılmazlar. Araştırmacılar, "karıncaların kolonileriyle beraber yaşayıp, beraber öldüklerini" ifade ederler.
şekil-1
Kolonilerin çoğunda, kanatlı erkek karıncanın biri yuvayı terk eder. Bu karınca, yuvasını terk etmiş dişi bir karıncayla yeni bir aile kurar ve yeni koloniler oluşturur. Dişi karıncalar, eşlerinden yeterli miktarda sperm alır ve onların yumurtalarıyla birleşmesine izin verir. Bu döllenmiş yumurtalardan çıkan dişi karıncalar işçi olacaktır. Döllenmemiş yumurtalardan ise, erkek karıncalar yaratılır. Yeryüzünde tespit edilmiş 12.000 karınca türü vardır. Antarktika'da yaşayan az sayıda karınca çeşidinden biri, göçebe asker karıncalardır. Bu karıncalar, her gün yer değiştirebilmektedir. Diğer böcekleri ve küçük omurgalıları besin kaynağı olarak kullandıklarından, etçil karıncalar olarak da bilinirler.

Sıradışı hususiyetlerde yaratılmış bir başka karınca türü, Güney Afrika yaprakkesici karıncalarıdır. Bitkilerle ve mantarlarla beslenen bu karıncalar, toprağın derinliklerinde inşa ettikleri mantar bahçelerinde yaşar. Toplu savaşabilen bu karıncalar, çok iyi toprak kazar. Yuva olarak, toprakların çatlak kısımlarını seçerler; toprak kazmada, zaman ve enerji tasarruf edebilme kabiliyetiyle donatılmışlardır.
şekil-2
Hayranlık uyandırıcı karınca davranışları 

Amazon karınca kolonisinin arasına, başka koloniye ait bir karınca bırakıldığında, kolonideki karıncaların, yabancı karıncayı, kafasını makaslayarak öldürdüğü müşahede edilmiştir (Resim–1). Göçmen asker karıncalar, bacaklarını birbirlerine ip şeklinde kenetleyerek havada asılı bir yuva oluşturabilir. Bu şekilde yuva inşa etmenin maksadı, küre hâlini almış karınca topluluğunun tam ortasındaki kraliçe karıncayı ve lârvaları korumaktır. Bu asılı yuvanın yeri, sadece yiyecek için değiştirilir. Neslin devamlılığını sağlama maksatlı yuvaya, binlerce karınca katılabilir.

Avustralya'nın yağmacı buldog karıncalarına, uçan bir arıyı havada kolayca yakalayabilecek maharetler verilmiştir. Diğer karınca türlerine kıyasen çok daha çevik olan bu tür, keskin bir algılama hissine ve yakalama kabiliyetine sahip kılınmıştır (Resim–2).
Kuzey Arjantin'de yaşayan karıncalar, su taşkınlarıyla karaya vurmuş pirana vb. balıkları yiyebilen etçil türlerdir. Gemilerin iskele halatlarından ve köprülerinden tırmanabilen bu karıncalar, gemilerle seyahat ederek çok farklı coğrafyalara taşınmıştır. 1890'lı yıllarda Güney Kaliforniya'ya taşınan bu karıncalar, daha sonra ABD'nin güney kısımlarında görülmüştür. İnsanoğlunda bulunan toplu taşıma kabiliyeti, karıncalara da bahşedilmiştir. Büyük yağma karıncası, diğer işçileri sırtında taşıyarak grupta enerji tasarrufunu sağlamaktadır. Karınca davranışlarıyla alâkalı bir başka enteresan tespit şudur: Bir koloni, işgal ettiği bölgede bulunan diğer genç karıncaları, kendi kolonisine katıp, onları hizmet maksatlı kullanabilmektedir. Amazon karıncalarının arasına düşen bir siyah karıncanın, koza vb. maddeleri taşıması buna bir misâl verilebilir
ALINTI YAZI(DR. AHMET NAZİF CANOĞLU)

Otun ete dönüşmesi

Otun Ete Dönüşmesi

Değişen dünya şartlarında hayvancılık ihtiyaç olmanın yanında, ekonomik bir sektör hâline de gelmiştir. Her ne kadar hayvanlara verilen yemler çeşitli katkı maddeleriyle zenginleştirilmiş olsa da, besinlerinin büyük bir bölümünü ot ve saman oluşturur. Bunların yapısı da büyük ölçüde selüloz ve ligninden oluşur. Selülozu sindirebilecek enzim, insan ve hayvanlarda bulunmamaktadır. Peki, besin kaynağı ot olan bu hayvanların hayatı nasıl bir sindirim sistemiyle devam etmektedir?

Et ve süt fabrikası olarak yaratılan sığır, koyun, keçi gibi geviş getiren hayvanlar (ruminantlar), Rezzakiyetin bir tezahürü olarak insanoğlunun emrine verilmiştir. Geviş getiren hayvanların mideleri, sırasıyla işkembe (rumen), börkenek (retikulum), kırkbayır (omasum) ve şirden (abomasum) olarak adlandırılan dört bölümden yaratılmıştır. İlk iki bölümde besin depolanmakta, fermante edilmekte ve bu canlıların sindirim sisteminde yaşayan mikroorganizmaların (bakteri, protozoa ve mantarlar) tornasından geçirilmektedir. Kırkbayırda ise besinler, laminae omasi denen yaprak şekilli yapıların arasında mekanik parçalanma işlemine tâbi tutulur. 

Geviş getiren hayvanların yediği kaba yemler, sür'atle işkembelerine gider. Besinler geviş getirme denen, işkembe muhteviyatının lokmalar halinde tekrar ağza getirilip iyice çiğnenerek yutulması sürecinden sonra, mikroorganizma ve enzimler tarafından parçalanır. Besinin tam sindirilebilmesi için geviş getirilmesi gerekmektedir. Geviş getirme, bu canlıların günlük ortalama 7–11 saatlerini alır. Geviş, daha çok, dinlenme sırasında yapılır. 

Simbiyotik bir tarzda hayatlarını idame ettiren bu mikroorganizmalara; selülozun parçalanmasının yanında, karbonhidrat, bazı organik asitler, amonyak ve mineral maddelerden protein ve B vitamini gibi hayat için gerekli ana bileşenler sentez ettirilir. İşkembede cereyan eden faaliyetlerde en mühim rol, mikroorganizmalara verilmiştir. Bu bakteriler kimya ve biyoloji kanunlarını bilmedikleri hâlde, rollerini milyonlarca yıldır hiç aksatmadan îfa etmektedirler. Bir mililitre işkembe sıvısında ortalama 16 milyar bakteri bulunur. Fakat yavru dünyaya geldiğinde, sindirim sisteminde mikroorganizma bulunmaz. Mikroorganizma topluluğunun oluşumunu başlatan en önemli faktör, yavrunun beraber bulunduğu erişkinlerdir. Annenin ağız yöresi ve yaladığı yemler, mikroorganizmalarca zengindir. Bakteriler uzun süre dış ortamda yaşayabilir ve hava akımlarıyla uzaklara yayılabilirken, protozoonların böyle bir özelliği yoktur. Yavru, 9–13 haftalık olduğunda bir mililitre işkembe sıvısında erişkinlerdeki mikroorganizma sayısına ulaşılır. İşkembe bakterilerinin çoğu, gelişmeleri için CO2'e muhtaçtır. Bakteri türleri arasında da simbiyotik bir münasebet vardır. Meselâ; işkembede B1 vitamini sentezlenebilmesi için en az iki bakteri türünün karşılıklı yardımlaşması gerekir. Bilhassa selülolitik bakteriler, selülozu, salgıladıkları selülaz enzimiyle parçalayarak değerlendirilmesini sağlamış olurlar. 

İşkembede yaşayan başka bir topluluk da, protozoonlardır. Bir mililitre işkembe sıvısında ortalama 100 bin ile 1 milyon arasında protozoon bulunur. Değişik türleri bulunan bu canlılar sayı olarak bakterilerden az olmalarına karşın, hacimce bakterilerden binlerce kat daha büyüktür. Gelişmeleri için bakterilere muhtaç olan protozoonlar, bakterileri yutarak aminoasit ve nükleik asit hammaddesi olarak kullanır ve nükleotid yaparlar. Protozoonların karbonhidratları depo etme özellikleri de vardır. Bu durum karbonhidratça fakir yemle beslenme sırasında bu canlılar için çok büyük önem taşır. Selüloz sindiriminde ikinci derecede rol alan protozoonlar bakterilere yardımcı olur. Protozoonlar hayatlarını tamamlayınca, sindirim kanalının daha ileri kısımlarında sindirilerek, protein kaynağı olarak kullanılırlar. Canlıyken bir protein fabrikası gibi çalışan bu canlıların ölüleri de değerlendirilerek hayvana protein rezervi olur. İşkembe mikroorganizmaları ile üzerinde yaşadığı canlı arasındaki karşılıklı yardımlaşma hayatın mücadeleye değil yardımlaşmaya dayandığını gösterir. 

İşkembe mikroorganizmalarının başka bir grubu da mantarlardır. Oksijenli ortamda yaşayan bu canlılar, işkembe ortamındaki oksijeni tüketerek anaerobik olan (oksijensiz ortam) işkembe ortamının istikrarlı hâlinin devamlılığına vesile olurlar. İşkembe mantarları, salgıladıkları enzimlerle proteinlerin yapıtaşı olan aminoasitleri üre ve amonyaktan sentezleyebilirler. Ayrıca B vitamini sentezi de yaparlar. Sentezlenen vitaminler K, B1, B2, pridoksin (B6), pantotenik asit (B5), folik asit (B9) ve B12'dir. Bunların eksikliği diğer canlılarda görülebilirken geviş getiren hayvanlarda görülmez. Bu mantarlar azaldığında, ortamın oksijen yoğunluğunun artması neticesi, anaerobik olan bakterilerin yaşama ve üremeleri aksamakta, dolayısıyla selüloz daha az sindirilmektedir. Bitki kuru maddesinin % 20-40'ını oluşturan ve enerji kaynağı olan selüloz sindirilemediğinde, enerji metabolizmasının bozulması neticesi hayvanda ciddi sağlık problemleri baş gösterir. İşkembe bakterilerinin sayıları azaldığında, bakterileri nükleotid ve aminoasit kaynağı olarak kullanan protozoonlar bu durumdan menfi tesir görür ve görevlerini tam olarak îfa edemezler.

Her şeyi ince bir hesaba göre yaratan Hâkim-i Mutlak (celle celâluhu), geviş getiren hayvanları otla rızıklandırmakta, sindirim faaliyeti sırasında bunları gözle görülmeyen mikroorganizmalarla hayvan için faydalı hâle dönüştürmektedir.
ALINTI YAZI(EMİN ŞENOĞLU)