21 Ekim 2014 Salı

KLONLAMA



Klonlama biyoloji tarihinde en çok tartışılan ve insanların ilgi duyduğu bir konudur. Kelime anlamı olarak klon, birbirinin tıpatıp benzeri canlılara verilen adtır. Genetik mühendisliğinde klonlama, mevcut bir canlının çeşitli yöntem ve tekniklerle bir benzerinin kopyalanması işidir. Basit bir anlatımla klonlama çekirdeği çıkartılmış yumurta hücresine, kopyalanacak canlının genetik materyalinin (DNA gibi) aktarılması esasına dayanır. Klonlama için en çok kullanılan yönteme ''çekirdek transferi yöntemi'' adı verilir. Bu yöntemde ilk olarak bir canlıdan yumurta hücresi alınır ve çekirdeği çıkartılır, daha sonra ise yine aynı canlıdan ya da aynı türdeki başka bir canlıdan alınan her hangi bir vücut hücresinin çekirdeği laboratuar ortamında bu yumurta hücresine nakledilir. Naklin başarılı olması durumunda oluşan bu yeni hücreye hafif bir elektrik şoku uygulanarak bölünmeye zorlanır. Bir kez bölünen hücre bölünmeye devam eder bu aşamadan sonra anne rahmine yerleştirilen embriyonun doğması beklenir. Sonuçta genetik bilgiler yani DNA çekirdekte saklandığı için doğan yeni birey, hücre çekirdeği kullanılan bireyle aynı genetik özelliklere sahip olur. Teoride basit gibi görülen bu yöntem pratikte çok büyük zorluklar çıkartmaktadır. Başarı yüzdesi çok düşük olan bu yöntem sonucunda doğan bireyde bir çok sağlık sorunu ile karşılaşılmaktadır. Bilimsel olarak bu olay ilk kez 1997 yılında Dolly adlı bir koyunun başarılı bir şekilde kopyalanmasıyla gerçekleşmiştir. Klonlama sonucunda dünyaya gelen ilk canlı olan Doly Dr. Wilmut ve ekibinin yoğun çalışmaları sonucunda üretilmiştir. Bu koyunun klonlanmasında çekirdek transferi yönteminden yararlanılmıştır. Deneyde kullanılan 277 yumurta hücresinden yalnızca 29 tanesi bölünme aşamasını tamamlayabilmiştir. Bu yumurtalar farklı koyunların rahimlerine yerleştirildi. Koyunlardan 13 tanesi gebe kaldı. Sonuçta ise bir tek başarılı doğum gerçekleşti. Dünyaya gelen bu koyuna Dolly adı verildi. İşte klonlama tartışmaları da bu noktada alevlendi. Bir çok bilim adamı Dolly'nin doğumunu klonlamada bir milat olarak görmektedirler. Doly'nin klonlama yöntemi ile üretilmesi bilim adamlarınca insanında kopyalanabileceği yönünde merak uyandırmıştır. Bu da insan kopyalanmasına yönelik araştırma yapmasına sebep olmuştur. Fakat bunun bir çok bilim adamlarınca etik olmayacağı görüşü üzerine; ABD'nde bilim adamları, etik komiteleri ve politikacılar reproduktif klonlamanın, (insan kopyalanmasının) yasaklanması konusunda görüş birliğine vardılar. İnsan klonlama çalışmaları aleyhinde ciddi yaptırımlar getirilmesini sağladılar. Fakat terapotik klonlama ise farklı değerlendirilmiştir. Bilim adamları somatik hücre çekirdek transferi (somatic cell nuclear transfer: SCNT) yolu ile terapotik klonlamanın tıp alanında önemli tedavi yöntemlerini beraberinde getireceğine inanırken, etik komiteleri ise terapotik klonlamanın da sonuçta kaçınılmaz olarak reprodüktif klonlamaya yol açacağına inandıkları için yasaklanması gerektiği görüşüne vardılar. Bilim adamları, hastalıklı doku ya da organın yerine konulabilecek ve kişinin bağışıklık sistemi tarafından kabul edilecek doku ve organların klonlaması ile Parkinson ve Alzheimer gibi norodejeneratif hastalıklar dahil pek çok hastalığın tedavisinde etkili olacak teropatik klonlamanın yasaklanmasının tıp alanında önemli gelişmelere engel olacağını düşünürken, yasa yapıcılar ve etik komiteleri, yeni ilaç ve tedavi yöntemlerinin geliştirilmesinde insan kök hücrelerini içermeyen klonlama yöntemleri üzerinde çalışmaların yoğunlaştırılması gerektiği görüşündeler. İnsan klonlaması yapan bilim adamlarına ciddi cezaların verileceği açıklanmasına rağmen; 26 Kasım 2001'de Advanced Cell Technology (ACT) adlı firmadan ilk klonlanmış insan embriyosu üretildiği haberi geldi. ACT'nin yaptığı açıklamaya göre, yapılan deneyde toplam 19 yumurta hücresi kullanılmış. Bu hücrelerden sadece 3 tanesi bölünme aşamasına gelebilmişti. Bu üç hücreden ikisi 4, biri de 6 hücre oluşturduktan sonra öldü. İnsan klonlama konusunda yapılan bu ilk resmi açıklama büyük ses getirdi. Bir insan embriyosundaki genler ancak 4-8 hücre oluşturduktan sonra kendisini göstermeye başlıyor. Başta ACT olmak üzere klonlama yaptığını duyuran hiç bir firmanın henüz 8 hücreden büyük bir embriyo elde edememiş olması, bazı bilim adamlarına göre insan klonlama çalışmalarının henüz başarıya ulaşılamadığını göstermektedir. Tüm bu görüş ayrılıkları, 1998 yılında Dr. John Gearhart (John Hopkin's University) ve Dr. James Thompson (University of Wisconsin)'in, birbirlerinden bağımsız olarak, insan pluripotent (her türlü özelleşmiş hücreye dönüşebilen) kök hücrelerini izole ettiklerini açıklamalarıyla daha da yoğunlaştı. Dr. Thompson invitro olarak büyütülmüş embriyodan alınmış hücreleri, Dr. Gearhart ise kürtajla alınmış fetustan elde edilen primordial hücreleri kullanmıştı ki bu insan kök hücre çalışmaları ile ilgili itilaflara yol açtı. Bunun sebebi ise hücrelerin elde ediliş şekilleriydi. Klonlama konusunda içine düşülen en büyük yanlış doğacak canlının klonlanan canlı ile aynı kişi olacağının sanılmasıdır. Bu çok büyük bir yanılgıdır. Klonlama yöntemi sonucunda dünyaya gelen canlı sadece fiziksel görünüş olarak genleri kullanılan canlıya benzer ve bu benzerlik doğal bir klonlama şekli olan tek yumurta ikizliğinde görülen benzerlikten bir farkı yoktur. Yeni doğan birey ile genleri kullanılan birey tek yumurta ikizlerinde olduğu gibi düşünce ve ruh olarak tamamen farklı kişilerdir. Bu nedenle klonlamanın yaradılış gerçeği ve kader ile ters düşen hiç bir yanı bulunmamaktadır. Fakat klonlanan canlının genlerinde gizli olan genetik hastalıklar ve diğer bazı genetik faktörler aynı şekilde doğacak yeni bireye aktarılmış olur. Bu da klonlama karşıtlarının tepki gösterdiği noktalardan biridir. Klonlama çalışmaları yapan ve yapmaya devam eden bilim adamlarının çoğu bu çalışmaları yeni bir birey dünyaya getirmek için değil de sadece tedavi amaçlı kullanılacak kök hücreleri üretmek için sürdürdüklerini belirtiyorlar. Tedavi amaçlı klonlama çalışmalarında amaç klonlama sonucunda kök hücre elde etmektir. İlk hücre bölünmesinden yaklaşık 5 gün sonra, yani embriyonun yaklaşık 100 hücre oluşturacak kadar bölünmesi ile oluşan ve başkalaşarak 200 değişik vücut hücresine dönüşebilen bu hücrelere kök hücresi adı verilir. Bu hücrelerin bir kısmı organları bir kısmı ise kan, saç, tırnak ve deri gibi vücut bölümlerini oluştururlar. Klonlama ile kök hücre elde etmeyi planlayan bilim adamları bu kök hücreler yardımı ile bir çok hastalığa çözüm bulunacağını ve daha ileriki dönemlerde yine bu hücreler yardımı ile organ üretimi ve nakli yapılabileceğini iddia ediyorlar. Fakat burada göz ardı edilmemesi gereken şey, kök hücre elde etmek için embriyonun öldürülmesi gerektiği gerçeğidir, bir canlının hayatını kurtarmak ya da sağlık sorununu gidermek için başka bir canlının hayatına son vermenin ne kadar ahlaki olduğu tartışma konusudur. Klonlama tedavi amaçlı olarak düşünüldüğünde insanda iyi izlenimler bırakıyor fakat insan ve insanın içinde taşıdığı hırslar işin içine girdiğinde çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Örneğin bir canlının bazı organları (kalp, karaciğer gibi) hasar gördüğünde başka bir canlının organı o canlıya takılamaz, DNA'lar uyuşmadığı için organı hasar gören canlının antikor sistemi bu organı kabul etmez ve dolayısıyla bu tür vakalarda sonuç ölümdür. Fakat organı hasar gören canlının herhangi bir hücresi kullanılarak yapılan klonlama sonucunda dünyaya gelecek bebeğin DNA'sı organı zarar görmüş olan canlı ile uyum gösterir ve organ nakli gerçekleşebilir. İşte bu noktada insanın içindeki para hırsı göz önüne alındığında, ödenen para karşılığında bir çok hasta insanın klonlarının sadece organları alınmak için dünyaya getirilebileceği gerçeği ortaya çıkar. Klonlama sonucunda doğan ve organı alınan canlı doğal olarak ölürken, organı hasarlı olan birey parası sayesinde bir süre daha yaşayabilir. Bu tür bir olay tam bir ahlak çöküntüsüdür. Bu konuda ne kadar yasa çıkarsa çıksın ya da ne kadar önlem alınırsa alınsın bu olayın önüne tam olarak geçebilmek mümkün değildir. Günümüzde de bir çok böbrek kaçak yollardan satılmaktadır. Fakat hiçbir kanun ya da yasa bu olayı tam olarak ortadan kaldıramamıştır. İşte klonlamanın düşünülmesi gereken ve asla göz ardı edilemeyecek bir yüzü de budur. Bu ve benzeri düşüncelerle yola çıkan bir çok bilim adamı ve bilim kuruluşu klonlama çalışmalarının kesinlikle durdurulması gerektiğini savunmaktadır. Aynı duyarlılık ile yaklaşan bir çok gelişmiş ülke, sınırları içerisinde her türlü klonlama çalışmasını yasaklamıştır. Bu tartışma gelecek yıllarda da daha çok uzayacağa benziyor, ahlaki değerleri savunan bilim adamlarının mı yoksa ''klonlama kaçınılmaz bir bilimsel gerçektir'' diyen bilim adamlarımı galip gelecek, bunu zaman gösterecek. Bunun insalık için yararlı bir şekilde neticelenmesini diliyoruz. 
MURAT DEMİRTAŞ

BİYOTEKNOLOJİ







Biyoloji biliminin en son geldiği nokta biyoteknolojidir. Biyoteknoloji ile genetik mühendisliği yakın ilişki içindedir. Genetik mühendisliği yöntemleri, biyoteknoloji tarafından araç olarak kullanılmaktadır. Kısaca Biyoteknoloji, yaşayan hücre, doku ve organları kullanarak, uygun teknik ve yöntemlerle istenilen ürünün elde edilmessidir. Biyoteknoloji bir çok bilim dalıyla iç içedir. Biyoteknolojik çalışmalara bazı örnekler verirsek; İnsan sağlığına yönelik olarak proteinlerin üretilmesi Bazı hormon, antikor, vitamin ve antibiyotik üretilmesi Çok zor şartlara sahip çevrelerde (sıcak, kurak,tuzlu...) yaşayan organizmaların enzimlerini ve biyomoleküllerini saflaştırarak bunların sanayide kullanılması Yeni sebze ve meyve üretimi İnsandaki zararlı genlerin elemine edilmesi Aşı, pestisit, tıbbi bitki üretimi. Hızla artan dünya nüfusunun temel ihtiyaçlarının karşılanmasında yaşanılan zorluklar, insanlara ulaşan gıda zincirindeki olumsuzluklar çağımız bilim adamlarının kafasını çok meşgul etmiş ve çeşitli arayışlara itmiştir. Gün geçtikçe azalan doğal kaynakların en iyi şekilde değerlendirilmesi mümkün olsa bile, dünya nüfusunun artış hızı karşısında yetersiz kalmaktadır. Bu durumda mevcut potansiyelin rasyonel kullanımı yanında yeterli ve dengeli beslenme için uygun gıda maddelerinin sağlanması insanlığın geleceği için vazgeçilmez olmuştur. Bu günümüzde bir çok ülkede çok daha acı bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bu yüzden gıda maddelerinin sağlanması insanların temel sorunlarından biri olmaya her zaman olduğu gibi devam etmektedir. Beş milyarı aşan dünya nüfusunu beslemek için, 10 yıl içinde gıda üretiminin bugünkünün 1.5 kat artırılması beklenmektedir. Tarım alanında basit biyoteknolojik uygulamalarla sağlanan önemli üretim artışlarının, çağımızdaki teknolojiye uygun metotlarla daha da artırılabileceği ileri sürülmektedir. Biyoteknoloji alanındaki uygulamaların tarım alanındaki artışları insanların açlık sorununa kalıcı çözümler getirecektir. İnsan gıdalarının çoğu yaklaşık 30 çeşit tarımsal üründen sağlanmakta, bunları da tahıllar, şekerli bitkiler, baklagiller, yağlı tohumlar, meyve ve sebzeler oluşturmaktadır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, insanların temel gıdalarını oluşturan, tarımsal ürünlerin üretiminde olduğu kadar, ürünlerin işlenmesi ve istenilen özellikte gıdalar elde edilmesi gibi bir çok sahada uygulama imkanı bulan biyoteknolojinin önemi daha da artmıştır. Biyoteknolojik uygulamalar James Watson ve Fransis Crick adlı araştırıcıların canlılardaki karakterlerin dölden döle aktarılmasında rol oynayan DNA molekülünün yapısını belirlemeleriyle hayata geçmiştir. Bu molekülün yapısındaki değişmelerle canlılardaki karakterlerin farklılaştığının anlaşılması bu tür uygulamalarla istenilen özellikte bitki ve hayvan elde etmeyi planlayan Gen Mühendisliği bilim dalının doğmasını sağlamıştır. Teorik olarak çok geniş uygulama alanı olan biyoteknolojik yöntemlerle grip, tetanoz, kuduz, kızamık gibi aşılar yanında istenilen özelliklere sahip bitkiler, hayvanlar ve yararlı mikroorganizmaların da üretilmesi mümkündür. Biyoteknolojik uygulamalarla gelecek yıllarda bol, ucuz, kaliteli ve besleyici özelliği daha çok olan gıda maddeleri elde edilebilecektir. Bunların hayata geçirilebilmesi için genetik mühendisliği ile biyoteknolojinin ortak olarak çalışması gerekecektir. Çünkü biyoteknolojinin ortaya çıkmasında en önemli faktör, hücrenin fiziksel ve kimyasal özelliklerinin belirli kurallar dahilinde işlev yapması olmuştur. Biyoteknolojik uygulamaları sağlık, tarım, enerji sağlama, tür ıslahı ve çevre olmak üzere gruplandırabiliriz. Tıpta biyoteknoloji, anne yada babaya ait veya her ikisinin hatalı bir gen taşıması ve bunların oğul döllere geçmesi şeklindeki hastalıkların giderilmesi esasına dayanmaktadır. Bu çeşit rahatsızlıklar hatalı genin teşhis ve tedavisi ile ortadan kalkabilecektir. Genetik orijinli rahatsızlıkların önlenebilmesi için hastalığın daha embriyo safhasında tespit edilerek, erken dönemde tedavi edilmesi gerekir. Deneysel olarak oluşturulan zigotta, 8 hücreli safhada iken içerdiği hatalı genleri belirlemek mümkündür. Hastalık sebebi olacak genlerin yerine hatalı olmayanların yerleştirilmesi amaçlanan tedavi yöntemidir. Sağlık alanına biyoteknolojik diğer önemli bir katkısı da rekombinant DNA teknolojisi uygulamasıyla elde edilen ve canlı tarafından sentez edilemeyen yada yetersiz üretilen protein ve enzimlerin yerine geçebilecek yapay ürünlerle tedavinin kolaylaşmasıdır. Örneğin bu yolla insülün hormonu ve bazı aşılar elde edilmektedir Biyoteknoloji, bitkisel ve hayvansal üretim alanında da önemli uygulama alanı bulmuştur. Sağlıklı bir ürünün iyi ve kaliteli hammaddelerden elde edilebileceği düşünülürse biyoteknolojik yöntemlerle yetiştirilen soğuğa, sıcağa, kuraklığa ve fazla tuza dayanıklı bitkilerin ürünleri hem üretim kaybını en aza indirecek hem de tüketicinin istediği tipteki gıdanın yapımını sağlayacaktır. Örneğin; insanların temel gıda maddesi olan buğdayın protein oranının artırılması yapay bir DNA parçası aktarılarak sağlanmış, aynı tür uygulamalarla hastalık ve zararlılara dayanıklı buğdaylar elde edilebilmektedir. Biyoteknolojik yöntemlerle hayvan hastalıklarına etkili aşılar yapılması kullandığı yemlerden daha çok faydalanabilen verimli ve kısa sürede gelişen hayvan ırkları geliştirilmiştir. Örneğin, bir araştırma projesinde, embriyosuna gelişimi artırıcı gen aktarılan sazan balıkları, atalarına göre %30 oranında daha ağır oluşlardır. Bu şekilde özellikte hayvan ırklarının yetiştirilmesi konusunda biyoteknolojik yöntemler oldukça başarılı olmuştur. Şeker kamışı ve mısır gibi yakıt alkol (etanol) üretimi için uygun bitkilerin devreye sokulması, biyogazların işlenir hale getirilmesi, petrol kaybının engellenmesinde mikro organizmaların kullanılması ile gerçekleşmektedir. Böylece insanların petrole olan bağımlılığı azalacaktır. Maalesef biyoteknolojik yöntemlerle, bazı biyolojik maddelerin süper silahlara dönüştüğü de bilinen bir gerçektir. Biyolojik silah olarak tarif edilen gözle görünemeyen bu yaratıklar kısa sürede çok çabuk çoğalır ve 24 saat içinde sadece bir virüsten 250-300 trilyon öldürücü virüs üreyebilmektedir. Biyolojik silahlar üretilip kullanıldığında ayrım yapmadan tüm insanları yok edebilecektir. Belkide insalığın sonu bu şekilde olacaktır. Bu da bilimin yanlış kullanılması ile doğacak kötü neticelerden biridir. Geleceğin çehresini değiştirecek olan biyoteknoloji yerinde kullanılırsa insanlık için büyük bir nimet, yerinde kullanılmazsa insanlık için büyük bir felaket olabilir.


18 Ekim 2014 Cumartesi

Küçük Lifçiğe, Büyük Vazife


Ben kimim?
Adım fibrilin. FBN olarak da tanınırım. Siz daha anne karnındayken vücudunuzda üretimine başlanan bir proteinim. Sizler beni 1986'da keşfettiniz. Zorlu, uzun ve zahmetli süreçlerden geçtikten sonra olgun hâlimle size hizmet ederim. Hizmet ederken nesprin, fibulin, emilin, elastin gibi birçok kardeş molekülle ortak çalışırız.

Neredeyim? 
Vücudunuzda 46 adet kromozom, bunlar üzerinde de 20-25 bin civarında gen vardır. Kromozomlar ve onların barındırdıkları genler, insanın genetik hafızasını oluşturur. Mahiyetinde yüzlerce özelliği depolayan genlere, vakti gelince özelliklerini meydana çıkarma fırsatı verilir. Meselâ, yeni doğduğunuzda dişleriniz yoktur; ama genetik hafızanızda dişlerin ne zaman, nasıl çıkartılacağı şifrelenmiştir. Genler 'harekete geç' emrini aldıklarında dişler çıkmaya başlar. 1 No'lu kromozom, 2 no'lu kromozom, 3 no'lu kromozom gibi 46 no'lu kromozoma kadar her bir kromozomun üzerinde yüzlerce gen vardır. Meselâ, 1 numaralı kromozomda üç bin kadar gen vardır. Erkeklik özelliği veren Y kromozomunda 125 adet gen bulunur. Her bir genin kromozomlar üzerinde ayrı bir adresi (lokalizasyonu) yazılmıştır. Beni üreten fibrilin geninin adresini sorarsanız; 15q21.1.; Cadde 15, Uzun Kol Sokağı, 21. Sok. Numara 1. Açık Adresim, 15 no'lu kromozomun uzun kolunun 2. bölgesinin 1. bandının 1. alt bandı. Fibrilin1, fibrilin2 ve fibrilin3 olmak üzere 3 kardeşiz. 

Yay gibi gerilir ve gevşeriz. Şişirilen balon gibi esner, gerilir; sonra da tekrar eski hâlimize döneriz. Bir kusur neticesi, şiştikten sonra eski hâlimize dönemezsek, dokunun mimarisi bozulur, gerilen lifler tekrar eski hâline gelemez. Damarlarda bu duruma anevrizma denir. Halk arasında baloncuk da denilen bu hastalığın görülme sıklığı, ortalama on binde birdir. Metal su borularında hava boşluğu oluştuğunda boruda titremelere bağlı olarak, gürleme tarzında istenmeyen sesler çıkmaktadır. Bizlerin sayesinde damar duvarları çok güzel esner ve istenmeyen bir ses ve türbülans oluşmaz. Akrobatik hareketler yapan lâstik adamlar yanımda bir hiçtir. Rabb'imin yaratılışa koyduğu harika özellik sayesinde, lâstik gibi eğilir, bükülür, esner, gevşer, kasılır, şişer, söner; sizin sağlığınız için şekilden şekle girerim.

Nasıl bir lifim?
Fibrilin genindeki şifreye göre sentezlenen bir protein olarak, bağ dokusunda elâstik liflerin inşasında yapıya destek sağlarım. Benim eksikliğimde veya hasarlı olma durumumda özellikle aort damarı, akciğerler ve göz küresi gibi elâstik liflerden zengin organlarınızın bağ dokularında zayıflıklar oluşur. İris (gözün renkli kısmı) ve ortasında yer alan göz bebeğiniz ve göz merceğiniz ışık-karanlık ve uzaklık-yakınlık durumlarına göre değişiklik arz eder. Bu değişiklikler ışığın durumuna göre mükemmel olarak kontrol edilir ve insanoğlu çoğu zaman bunun farkına bile varmaz. Hâlbuki bizler göz merceğinin çok hassas ölçülerle kasılıp gevşemesine yardımcı oluruz. Sağlam gözünüze büyük numaralı bir gözlük taktığınızda, yürümekte zorluk çekersiniz, başınız döner. Hizmetinize verilmiş ne büyük bir nimet olduğumuzu buradan anlayabilirsiniz. Allah'ın nimetlerini birer birer saymaya kalksanız, mümkün değil, sayamazsınız. Gerçekten Al­lah gafurdur, rahîmdir. (Nahl Suresi/18) 

Ağırlığım 350 kilo daltondur. Atom kütle ağırlık birimi olan dalton, yaklaşık bir hidrojen atomunun ağırlığına eşittir ve değeri 1.66 × 10−24 gramdır. 2.871 adet aminoasitten yapılmışım. Proteinlerin en küçük birimi olan ve vücudunuzda bulunan 20 adet aminoasidin çeşit çeşit, sıra sıra dizilmesinden meydana gelirim. Polimerizasyon adı verilen süreçte protein zincirinin halkalarının bir araya gelmesiyle birbirimize tutunur ve 10 ila 12 nanometre boyutlarında mikrolifleri meydana getiririz. Bu mikrolifler vücudunuzdaki esnekliği sağlayan elâstin proteini ile bir araya getirilir. Araştırmacıların elastik fibriller adını verdiği elâstinle beraber oluşturduğumuz sistem, gözünüzde, kalbden çıkan damarlar başta olmak üzere bütün kan damarlarınızda, derinizde ve sinirleriniz gibi birçok dokunuzda hiç durmadan vazife yapar. 

Ne işe yararım? 
Sizler 'Ne iş olsa yaparım!' diyen birine pek rağbet etmezsiniz. Ama bizler gerçekten birçok işi başarabilecek kabiliyette yaratılmışız. Birçok doku ve organda bize verilen talimatları eksiksiz yerine getiririz. Araştırmacılar bizlere vücut mimarisinin harika yapıtaşları derler. Bizler kendi boyumuzun yaklaşık iki katı kadar uzayabiliriz. Nefes alıp verirken, kalbiniz kan pompalarken, mideniz yemekleri sindirirken, gözünüz tabiatı temaşa ederken elâstik lifler olarak bizler hep görev başındayızdır. Kalb, idrar torbası, akciğer, mide, damarlar ve ses telleri gibi vücuttaki mimarî yapılarda ortaya çıkan gerilmelere karşı, esneyebilme özelliğimiz sayesinde bu organların yırtılmalarını önleme işi bizim vesilemizle yerine getirilir. Bizim farkımızda olan gerçek âlimler, her nefes alışverişlerinde, midelerinin kasılmasında kendilerini en güzel şekilde yaratan Sânî-i Hakîme "Elhamdulillah, Subhanallah" sözleriyle şükürlerini ifade ederler. Bu güzellikleri fark etmeden, düşünmeden yaşayanlara da diyecek bir söz bulamayız.

En çok çalıştığım yer, büyük ana atardamar olan aorttur. Kalbiniz günde ortalama yüz bin defa atmaktadır. Kanın pompalanması sırasında damarlarda çok yüksek bir basınç meydana gelmektedir. Elastik liflerimizle imdadınıza yetiştirilmesek hâliniz çok kötü olurdu. Damarlar parçalanır ve hayatınız son bulurdu. Bu yüksek basınç, atardamarların boyları kısalmadan sadece çaplarının genişleyebilme özellikleri sayesinde karşılanır. Bu çap ayarlaması o kadar iyi düzenlenmiştir ki, kanın akış tipi aynı kalır, yani çalkalanma ve dalgalanma gibi hâdiseler görülmez. Çap ayarlaması damar içine yerleştirilmiş fibrilin proteini sayesinde gerçekleştirilir. Tabii ki bize yardım eden başka birçok protein ve yapıyı da burada anmadan geçemeyiz. Kısacası, bizler olmasaydık, sebepler plânında hayatınızı devam ettirebilmeniz imkânsızlaşacaktı. 
Derinizin canlılık ve gerginliğinde de rol alırım. Bu tabakanın esası, kollagen adı verilen bir proteinden yapılmış sık lifli bağ dokusudur. Ben de bağ dokusunun ana elemanlarındanım. Sizler yaşlandıkça bu tabaka kurumaya ve lif proteinleri azalmaya başlar, dolayısıyla lifler azaldıkça benim gerginliğim de azalır ve buruşmaya başlarım. Yaşlanan insanlar benim buruşmamdan hoşlanmazlar; ama kaderiniz budur. Ne yaparsanız yapın, ben de yaşlanıp öleceğim. 

Şu önemli hususu vurgulamadan geçemeyeceğim: Güneşte fazla kalmak beni bozar. Dozunda olursa güneşin cilde faydaları vardır. Güneşteki radyasyon, canlı organ ve dokulara zarar verir. Bu radyasyon hem çabuk yaşlanmada (solar yaşlanma), varis oluşumunda, cildin hasar görmesinde, hem de benim gibi proteinlerin yapılarının bozulmasında tesirli bir faktördür. Güneş ışınlarına maruz kalmanın derideki genetik materyalde değişikliklere sebebiyet verdiği çeşitli kaynaklarda rapor edilmiştir. Ültraviyole ışınları derinin bozulmasını hızlandırır. Tıp dilinde buna serbest radikaller yoluyla oksidasyon denmektedir. Güneşleneceğim diye bizleri ve kendinizi yakmayınız. Hadi kendinizi düşünmüyorsunuz, bizleri düşünmeniz gerekmez mi? Güneşlenmek hem D vitamini sentezletiyormuş, hem osteoporoz riskini azaltıyormuş diyorsanız, şunu size hatırlatmak isterim. Deride D vitamini sentezi için el, ayak ve yüzünüzden güneş almanız yeterlidir. Ne dersiniz, size zarar veren bazı alışkanlıkları gözden geçirme vaktiniz gelmedi mi?
Bensiz bir hayat nasıldır? 
Başta şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Elektron mikroskobuyla ancak görebildiğiniz benim gibi küçük bir lifçiğe birçok vazifeyi gördüren Rabb'imiz, bu sanat eserlerinin değerlerini göstermek için bazı hastalıklarda bu nimeti vermeyerek sizleri imtihan etmektedir. 

Bensiz hayat inanın hiç çekilmez. İsterseniz birkaç örnek vereyim: Ben yaratılmasaydım, deriniz esnek ve gergin olmayacaktı. Göz merceğini kontrol edemeyecektiniz. Aort esnek olmayacak, günde yüz bin kere atan kalbiniz basınca dayanamayacak ve kısa sürede yırtılacaktı. Midede, akciğerde, organ gelişmesinde birçok problemler çıkacaktı.
Ayrıca hücre sinyal sisteminin önemli bir elemanı olan TGF-beta'nın (bir çeşit büyüme faktörü) kontrol altında çalıştırılmasında büyük görevlerim vardır. Haberleşme sisteminizin alt üst olduğunu düşünün. İstanbul'da yaşayan 10 milyon insanın haberleşme sistemlerinin veya dünyadaki 6 milyar kişi arasındaki haberleşme ağının bozulduğunu varsayın. İnsan vücudu yanında bunlar çok basit kalır. İnsan vücudunda 100 trilyon hücre her an birbiriyle haberleşmektedir. Dünya nüfusundan 15 bin kat daha kalabalık bir hücre topluluğu, bizler gibi küçük moleküller vesilesi ile haberleşmektedir. Hücrelerin çoğalması ve dokuların farklılaşması, hücrelerdeki haberleşme sekteye uğradığında birbirine girecektir. Hücre seviyesinde trafik kazaları ve ulaşım krizleri ortaya çıkacaktır. Elinize aldığınız yemek dolu kaşık, ağzınıza değil de kulağınıza veya gözünüze girecektir. 
Fibrilin-1 geninde bir bozukluk (mutasyon) olduğunda, Marfan sendromu ortaya çıkar. 1800'lü yıllarda tanımlanan bu hastalık, keşfedicisinin adıyla anılır. Bu hastalığın görülme sıklığı beş binde birdir. Marfan sendromunda ölüm sebeplerinin en başında aort yırtıkları gelir. Ayrıca göz, iskelet ve kalb-damar sisteminde birçok problemler vardır (Tablo). Hastaların çoğu, 30-45 yaşlarında kalb-damar sistemindeki kusurlar yüzünden kaybedilir. Aort yırtıkları ile herhangi bir yaşta ölüm olabilir. Akciğerdeki doku bütünlüğü bozulacağı için, Marfan sendromlu hastaların yaklaşık % 14'ünde nefes alıp-verme zorluğu ile kendini gösteren kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH) ortaya çıkar. 

Gözdeki liflerin yapısına katıldığım için, göz merceğinin yerinde durmasında aktif bir rol alırım. Göz merceğini çevreleyen liflerim, merceğin en uygun yerde durmasını ve kasılıp gevşeyerek, ışınların aydınlıkta ve karanlıkta en uygun şekilde odaklanmasına vesile olur. Bu şekilde hem yakını hem uzağı görürsünüz. Ektopia lentis adı verilen hastalıkta göz merceği normal yerinden kaymıştır. Gözün ön odacığında anormallikler, yüksek miyopluk ve retina hasarları meydana gelir.
Eksfoliasyon sendromunda da rol alırım. Eksfoliasyon sendromu göz ile alâkalı dokularda benim gibi lifli bağ dokusu materyalin birikimi ile tanınan bir hastalıktır ve halk arasında göz tansiyonu olarak bilinen glokomun bilinen en sık sebebidir. İleri yaşlardaki bazı kişilerde veya bazı hastalıklarda göz merceği üzerinde saç kepeği gibi lifli materyal birikir. İris adı verilen ve göze rengini veren damarlı bölgenin hareketiyle bu materyal yerinden ayrılarak, göz içi sıvısının gözü terk ettiği drenaj kanallarını tıkar. Sıvı boşalamadığı için göz içi tansiyonu artar. Gördüğünüz gibi normal üretildiğimde problem olmaz iken, aşırı üretilirsem başınıza dert açabilirim.
Sizlerden son ricam! 
Harika işleyişimizi, girift vazifelerimizi gördünüz. O hâlde zaman zaman beni ve arkadaşlarımı hatırlayınız. Emeklerimizi, çalışmalarımızı görmezden gelmeyiniz. Sizler nankör insanları sevmezsiniz. Güneşleniyorum diye bizleri yıpratmayınız. 

DOÇ.DR.KADİR CAN (ALINTI YAZI)



14 Ekim 2014 Salı

YÜRÜYEN HÜCRELER



İnsan vücudunda her yapı ve işleyen her sistem mükemmeldir. İnsan; sistem sistem, organ organ ve hücre hücre ele alındığında da bu mükemmelliğin kaybolmadığı görülür. Hücreleri oluşturan su, gen, protein, yağ, karbonhidrat gibi daha küçük bileşenlerin ve onları oluşturan atomların da kusursuz işletildiğini görürüz. Aslında bu atomlar; taş ve toprak gibi cansızların içinde bulunan atomlardan farklı değildir. Meselâ toprak ve suda bulunan elementler, çok önemli hastalıklardan kişiyi uzak tutmakla vazifelidir. Burada aklımıza hemen şu soru gelmektedir: Peki o zaman niçin hastalık ve ölüm var? Madem sistem parçadan bütüne kusursuz işletiliyor, o zaman neden bozuluyor ve tedavi edilmezse, dağılıp tekrar toprak oluyor? Burada şunu net olarak söylemek mümkündür ki, hayatı veren ve hayatı anbean yaratan kim ise; hastalık ve bozulmaları da O yaratmaktadır. İnsan ölümlü bir varlık olarak yaratıldığından, hastalıklardan ve en sonunda da ölümden kurtulamamaktadır. Vücutta yaratma ve yok etme işlemi anbean olmaktadır. Burada an diye ifade ettiğimiz zaman biriminin küçüklüğünü ifade etmek mümkün değildir. O zaman daha açık söylersek, Allah; insana, insanı oluşturan sistemlere, organlara, hücrelere ve hücreleri oluşturan bütün ince yapılara, atomlara, atomların parçalarına sürekli müdahale etmektedir

İnsan vücudundaki şaşırtıcı mekanizmalardan biri, hücrelerin yürümesi veya yürütülmesi hâdisesidir (Şekil 1). Bu yürütülme mekanizması, en mükemmel şekilde, savunma hücreleri olan akyuvarlarda ortaya çıkmaktadır. Kanda sürekli dolaşan akyuvarlardan ikisi, nötrofil ve monositlerdir. Bu hücreler, kemik iliğinde üretilir. En başta bu hücrelerin kemik iliğinden kan kılcal damarlarına geçmeleri gerekmektedir. Kılcal damarların delikleri bu hücrelerin büyüklüklerinden onlarca kat daha küçüktür (Şekil-1a). Hücreler önce kılcal damarın deliklerine tutunur (Şekil-1b); daha sonra hücrenin tutunduğu kılcal damar duvarının karşı tarafında bir tomurcuk oluşur (Şekil-1b). Hücreyi bir balona benzetirsek, bunu balonun iğne ucu şeklinde bir çıkıntısı olarak kabul edebiliriz. Şimdi balonun kalan kısmının bu iğne ucu büyüklüğündeki delikten geçirilmesi gereklidir. Çıkıntı bir bütün olarak ilerletilmeye çalışılsa, bu mümkün olmaz. Bunun yerine hücrenin sadece zarı, az itilerek tomurcuk yavaş bir şekilde büyütülür. Âdeta hücre ortadan ikiye boğumlanmış, iki ayrı keseden ibaret hâle gelir (Şekil-1b). Bir taraftaki kese gittikçe büyümekte, bir taraftaki kese de gittikçe küçülmektedir (Şekil-1c). Böylece hücre, damara geçmiş olur (Şekil-1d). 

Bu şekilde kemik iliğinden kana geçen akyuvarlar, kanda dolaşarak vücudun tamamını tarar. Kan damarlarında dolaşırken bir dokuda mikrop istilâsı varsa, damarın dışına çıkması gereklidir. Mikrop istilâ bölgesinden bazı kimyevî maddeler etrafa ve neticede kana yayılır. Bu maddelere kemotaktik maddeler denmektedir. Akyuvarın kemotaktik madde ile teması ona bir emirnâmedir. Akyuvar kemotaktik maddeden sanki emir almış gibi, damar duvarında bulunan bir deliğe tutunur. Ancak delik çok küçük olduğundan, yukarıda anlatılan işlem burada da gerçekleşir ve akyuvar hücresi kılcal damar duvarından dışarı çıkar. 

Şimdi sıra, mikropla vücut hücreleri arasında devam eden savaş bölgesine yürümeye gelmiştir. Akyuvarlar kandan dokuya, yani hücrelerin arasına geçer ve hücrelerin arasında yürüyerek mikroba ulaşır, mikrobu fagositoz adı verilen mekanizmayla yutar ve parçalayarak öldürür. Yürüme bir taraftan yutma (endositoz) ve yutmanın tam zıt tarafından çıkarma (ekzositoz) ile yaptırılmaktadır. 

Endositoz öncelikle büyük molekül veya bakteri, ölü hücre gibi çok büyük parçacıkların içeriye alınarak sindirildiği, parçalandığı bir mekanizmadır. Eğer büyük ve hücre zarından doğrudan içeri alınması mümkün olmayan proteinler içeri alınacaksa, buna pinositoz; ancak bakteri, parazit, ölü hücre kalıntıları veya virüslerle istila edilmiş hücreler yutulacaksa, buna da fagositoz denmektedir. 

İster pinositoz ister fagositoz şeklinde olsun, yutma işleminde alınacak parçacık, önce hücre zarının dış yüzeyinde bulunan reseptörü ile birleşir. Birleşme, hücre için sinyal mânâsına gelir ve zarın hemen altında bulunan aktin-miyozin iplikçikleri kasılarak zarın o bölgesinde bir çukurlaşma meydana getirilir. Çukurun zar tarafı, birbirine yaklaştırılır ve çukur, âdeta bir kese hâline çevrilir. Kesenin ağzına yakın zar, birbirine temas ettirilir ve kese hücrenin zarından koparılır. Hücrenin içine kese şeklinde alınan zar, yutma işleminin tam zıt tarafından çıkarma işlemi neticesinde, tekrar hücrenin dış zarına iade edilmiş olur. Yutma esnasında zarın koparılması veya çıkarma esnasında zarın geri yamanması, tam bir yaratılış mucizesidir. 
Bir hücre bir tarafa doğru yürütülecekse -ki bu genellikle mikropla savaşın devam ettiği doku bölgesine doğru olur- yürüme yönünde egzositoz, yürümenin zıt yönünde de endositoz ile hücrenin yürütülmesi sağlanmış olur. Burada bir problemle daha karşılaşırız. Yürüme yönünün zıt tarafındaki zardan koparılan içi sıvı ve madde dolu kesecik, hücrenin diğer tarafına doğru nasıl hareket ettirilmektedir. Bu bir hücre içi kesecik hareketidir. Yani hücrenin içinde bir başka odacığın yürütülmesi gerekmektedir. Bu hücre içi yürüme için yakın zamanlarda bir Türk bilim adamının keşfettiği insan şeklindeki proteinler görev yapmaktadır. Bu proteinlerin, keseciği yakalayan el ve bacaklara benzeyen çıkıntıları vardır. Sözkonusu proteinler insan gibi yürüyerek, keseciğin hücre içinde bir yönden diğer yöne taşınmasına vesile olur. 

Keseciğin hücre içinde yürütülmesi esnasında, mitokondri, endoplazmik retikulum, golgi aygıtı, çekirdek ve lizozom gibi etrafı aynı zardan meydana getirilmiş organellere temas ettirilmemesi gereklidir. Organellere temas ederse, onlarla kaynaşır, hem organel zarar görür, hem de yürüme işi gerçekleşmez. Burada İstanbul üzerinde uçakların birbirine temas ettirilmeden hava meydanlarına indirilip kaldırılmasının zorlukları akla gelir. Hücre içinde salisenin binlere bölünmüş dilimleri içinde, bu keseciklerin binlercesi, bir uçtan diğer uca birbirleriyle ve diğer organellerle çarpıştırılmadan taşınmaktadır. Bu ne harika bir hâdisedir. 

İlik naklinde mu'cize 

İnsanoğlu, insan vücudunda cereyan eden yaratılış mu'cizelerini keşfettikçe, bunlardan tedavide faydalanma yollarına da gitmektedir. Bilindiği üzere, çeşitli kan ve lenf kanserlerinde kemik iliği nakli yapılmaktadır. İlik naklinde asıl olan, bir kişiden alınan kemik iliği dokusunun hastaya nakledilme hâdisesidir. Kemik iliğinden kök hücrelerini almak ve hastaya vermek ilk plânda kolay gibi görünür. Ancak kemik iliğine girerek nakil olmayacağından, bu işte de hücre yürütülmesinden faydalanılmaktadır. Kana kolaylıkla verilen kemik iliği kök hücreleri, kan ile vücudu dolaşırken, kemik iliğinden geçerken kılcal damar duvarına tutunur. Kök hücrelerin kandan kemik iliğine geçmesi insanı hayrete düşüren bir husustur. Bu devasa hücreler, kendilerinden çok küçük kılcal damar deliklerinden kemik iliğine geçmekte, orada kendisine oturacak bir mekan bulmakta, oraya yerleşmekte ve hemen faaliyetlerine başlayarak kişinin kanserden kurtulmasına vesile olmaktadır. 

Netice olarak bu yürüyen(!) daha doğrusu yürütülen hücreler; tabiatta sel gibi akan, hemen dağılmaya müsait, akıllı ve şuurlu hareket etmesi mümkün olmayan atomlar ve onlardan teşekkül ettirilmiş moleküllerden ibarettir. Hücrelerdeki bu son derecede akıllı, şuurlu, mantıklı ve hayal edemeyeceğimiz derecede hızlı gerçekleştirilen mu'cizevî hareketler; her şeyi bilen, her şeye gücü yeten ve her şeyi yerli yerinde yapan bir Zât-ı Zülcelâl'i kör gözlere bile gösterir. 

PROF.DR. ÖMER ARİFAĞAOĞLU(ALINTI YAZI)




ANESTEZİ NİMETİ


Çeşitli sebeplerle ameliyat olan dostlarımızı ziyaret eder, ameliyatının nasıl geçtiğini sorarız. Onlardan genellikle şunu işitiriz: ''Bana bir iğne yaptılar, ondan sonrasını hiç hatırlamıyorum.'' Ameliyatlarda ağrı ve acı hissini engelleyen, anestezidir. 150 yıl öncesine kadar, günümüz açısından değerlendirildiğinde oldukça basit ameliyatlar bile hastalar açısından oldukça sancılı geçmekteydi.

İbn Sina (980-1037), "El-Kanun fi't-Tıb" adlı eserinde, anesteziyi "hissi uyuşturan, soğutucu bir deva" olarak tanımlar. İbn Sina, anesteziklerin (uyuşturucuların) ve analjeziklerin (ağrı kesicilerin) tesir yollarını, fizyopatolojik yorumlamalarla açıkladıktan sonra, ağrı tedavi metotlarını şöyle özetler:

1. Keten tohumu ve dereotundan yapılmış lapa, ağrıyan yere tatbik edilir. 

2. Ağrının bulunduğu yerde nem artırılır veya narkotiklerle uyku sağlanarak hassasiyet azaltılır.

3. Soğuk nesnelerle veya analjezik ve anestetik ilâçlarla analjezi ve anestezi sağlanır.

11. yüzyıl İslâm âlimi Bîrûnî, analjezik, anestetik maddeleri anlattığı yazılarında, banotu ve mandragoranın yanısıra, boynuzlu gelincik ile iris (süsen) bitkisinin kök yumrularının (rizom) gül yağı ve sirke ile kaynatılmasından elde edilen ilâçlardan bahseder. Semarkandî 12-13. yüzyıllarda afyon, mandragora, banotu, marul, kunduz hayası, sarı sabır ve kişniş bitkilerinin analjezik, sedatif (sakinleştirici), anestetik, hipnotik tesirlerinden bahsetmektedir.

17. yüzyıl sonlarında İtalya'da uygulanan bir usûlde, hekimler hastalarını şuurları kaybolana kadar soluksuz bırakıyor (asfiksi yöntemi) ve bayılan hastaya hemen operasyon yapıyorlardı. Aslında operasyonlar, kol-bacak kesme gibi kısa sürede tamamlanan işlemlerdi. Bu dönemde en makbul cerrahlar, kesme işini en kısa sürede yapanlardı. Çünkü hasta anestezi uygulamasına bağlı olarak ölmediyse, kesim sırasında uyanabilirdi. Başka bir anestezi şeklinde de, hasta "bir bademin kabuğunu kıracak kadar sert, ama çekirdeğini kırmayacak kadar ölçülü" bir darbeyle bayıltılıyordu. Bu usullerde henüz bayıltma safhasındayken çok sayıda hastanın kaybedildiği acı bir gerçekti.

Boston Massachusetts General Hastanesi'nde anatomi ve cerrahi profesörü olan Doktor Warren (1846), operasyon sırasında hastaların canhıraş bağrışlarının etraftan duyulmasını önlemek için, ameliyathanesini binanın en üst katına kurmuştu. Warren, bir elinde pens, diğerinde bistüri ile hastanın dilini muayene ederken, hasta farkına varmadan pens ile dili tutar, dışarı çeker ve bir hamlede bistüri ile dili keserdi. Daha sonra da kızgın bir demirle, dilin geri kalan kısmını dağlardı. Doktor Warren, bu esnada bağırış, haykırma, çırpınmalara kılını kıpırdatmadan bakar, görünüşe göre bunlardan hiç rahatsız olmazdı. Çünkü işini tam yapabilmek için böyle olmak zorunda olduğunu düşünürdü. Doktor Warren, anestezi alanında yeterince ilerleme olduktan sonra yaptığı ağrısız ilk operasyonun bitiminde gözyaşlarını tutamamıştır. 

İngiliz Jinekolog James Young Simpson, talebeliğinde bir operasyon esnasında fenalaşır. Bu sebeple hekimlikten vazgeçmeyi düşünür. Robert Liston; Londra University College'in tanınmış cerrahi profesörüdür. Anestezinin henüz gelişmediği o dönemin şartlarında 28 saniye içinde bir bacağı kesmek mecburiyetinde kalmıştır. 

Bu örneklerde de görüldüğü gibi, anestezinin henüz keşfedilmediği dönemlerde, cerrahlar işlerini bir ân önce bitirmek mecburiyetinde kalmış; bu da onların hissiz, katı kişiler olarak anılmalarına sebep olmuştur. Bu durum, William Thomas Morton'un 1846 yılında ilk anestezi uygulamasına kadar sürer.

Genel mânâda anestezi, herhangi bir cerrahî müdahale öncesi, canlıların vücudunun bütününde veya belirli bir kesimindeki acı ve ağrı hissinin yok edilmesi demektir. 

Genel anestezi esnasında; şuur kaybı, analjezi, anestezi ve kas gevşemesi oluşmaktadır. Anesteziye genelde solunun yoluyla veya ilâcın damar içine enjeksiyonuyla başlanır. Önce hastada şuur kaybı gerçekleşir; ardından kas gevşetici ilâçlar ile hasta geçici felç hâline sokulur. Dolayısıyla operasyon sonuna kadar ventilatör denen solunum cihazları ile sun'î teneffüs yaptırılır. Bu iş için hastanın soluk borusuna bir tüp (endotrakeal tüp) yerleştirilerek, hasta anestezi makinesine bağlanır. Makine vasıtasıyla hastaya oksijen, hava ve anestezik gaz karışımı verilir. Hastanın ameliyat boyunca solunum, kan basıncı, kalb ritmi gibi bütün hayatî fonksiyonları, kanamalar ve verilecek sıvılar anestezi doktoru tarafından takip edilir. Bu şekilde yukarıda belirtilen fonksiyonların devamı sağlanır. Ameliyat bittiğinde anestezik ilâçlar kesilir. Kas gevşetici ilâçların tesiri ortadan kalktıktan sonra, hastanın solunumu yeterliyse, nefes borusundaki tüp çıkarılarak hasta uyanma odasına alınır. 

Kenevir, afyon ve koka bitkilerinin aromasında yer alan kimyevî maddeler, anestezinin ana kaynağını teşkil eder. Başlangıçta anestezi için kullanılan bu ajanlar ve onların bazı sentetik benzerleri ameliyat sonrası ağrıların dindirilmesinde de kullanılmaktadır. 

Günümüzde damardan veya solunum yoluyla verilen anestetiklerin kullanımı, uzun bir eğitim ve tecrübe sürecini gerektirmektedir. Hekimler bu maddeleri uygulayabilmek için tıp fakültesini bitirdikten sonra, dört yıl daha anestezi ihtisas eğitimi almaktadır. Bu maddeler, ancak hastane şartlarında, ameliyathane ortamında hastaya uygulanır. 

Bu kimyevî maddelerin, dozu üzerinde son iki asırdır yapılan çalışmalar, bu hususta ciddi mesafeler alınmasına vesile olmuştur. Anestezi meselesi; "Uyuşturucu maddeler niçin yaratılmış olabilir?" sorusunun güzel bir cevabıdır. Allah (celle celâluhu) tarafından anestezi için bir nimet olarak yaratılan kenevir, afyon ve koka bitkilerini ve onların sentetik benzerlerini hekimler, insanların yaşamasına vesile olmak için kullanırken, art niyetli bazı kimseler de insanları zehirlemek için kullanmaktadır. 



HACI LÜY(ALINTI YAZI)